Bu sabah Avrupalılar uyandılar ve saatlerini bir saat geriye aldılar. Yani düne kadar İstanbul’da yaşayan benimle Berlin’de yaşayan arkadaşlarımın arasında 1 saat zaman farkı vardı, artık bu 2 saate çıktı. Londra’daki aradaşlarım benden 3 saat gerideler. Atina ile ise aramızda 1 saat fark var artık.
Önümüzdeki hafta Amerikalılar da saatlerini bir saat geri alacaklar. Yani orada doğu kıyısında yaşayanlarla aramızda 8 saat fark olacak, Batı kıyısında yaşayanlarla ise 11 saat.
Birkaç hafta sonra hem siz sabahları karanlıkta uyanmaktan, varsa çocuğunuzu gün ağarmadan okuya yollamaktan şikayet etmeye başkayacaksınız hem de tam da sizin şikayetinizi dile getiren haberler, sosyal medya geyikleri başlayacak.
Derken bilir kişiler ortaya çıkıp bu uygulamayla enerji tasarrufu yapılıp yapılmadığını tartışacak, hatta siyasiler konuşacak, Türkiye ile Avrupa’nın saat farkının 2’ye çıkmasının arkasında ideolojik sebepler arayanlar olacak.
Bu tartışmayı ülkemizde 8-9 yıldır yapıyoruz, iktidar uygulamayı değiştirmeyi düşünmüyor, muhalefet ise uygulamadan şikayetçi.
‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ boşuna yazılmadı
Saat ayarı meselesinin bizde siyasi bir kavganın bile konusu olması son derece normal. Ahmet Hamdi Tanpınbar zamanında “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanını boşuna yazmadı; bu konu ülkemizin Doğu-Barı tartışmalarının, modernizmin tepeden uygulanması meselesinin tam da odağında yer alır çünkü.
Gelin en baştan bakmaya ve tartışmayı anlamaya çalışalım…
Ama önce hepinizin bildiği bir şeyi tekrar hatırlatmam lazım. Dünyamız kendi ekseni etrafında dönüyor ve bir turu atması 24 saat sürüyor. Dolayısıyla Dünyamızın gün ışığını aldığı bölgeler de bu dönüş hızına ve yönüne bağlı. Bize göre daha Doğuda yaşayanlar sabahları güneşi bizden önce görüyor, bizim Batımızda yaşayanlar da bizden sonra.
Iğdır ile Çanakkale arasında 1 saat 16 dakika fark!
Kolunuzdaki saatin o sırada kaçı gösterdiğinden bağımsız olarak, Türkiye’de Iğdır’da yaşayan birisi için gün doğumu, en Batıda mesela Çanakkale’de yaşayan birinden 1 saat 16 dakika önce gerçekleşiyor. Çanakkale Babakale’de gün doğduğunda daha Batıdaki Roma veya Paris hala karanlıkta oluyor.
Ama tam tersi de geçerli: Iğdır’da akşam karanlığı çöktüğünde İstanbul hala aydınlık oluyor, Roma veya Paris ise akşam üzeri saatlerine yeni girmiş oluyor.
Modern anlamıyla saat, ortak zaman kavramı bir anlamda bu doğaya karşı bir başkaldırış. Çünkü kolumuzdaki saatler artık güneşin kaçta doğup kaçta battığından bağımsız bir zamanı gösteriyor. Mesele, bu başkaldırının seviyesi. Yani kolumuzdaki saatle doğanın kendi zamanının birbirinden ne kadar uzak olduğu.
Neden ‘ortak zaman’da yaşıyoruz ki zaten?
Hepimizin ortak bir zamanda yaşaması, yani kolumuzdaki saatlerin güneşin konumuna bakmaksızın aynı zamanı göstermesi çok modern yani yeni bir konsept aslında.
Bu ihtiyaç, hepimizin aynı zamanı paylaşması ihtiyacı, ilk olarak İngiltere’de trenlerin kalkış ve varış tarifeleri oluşturulmak istendiğinde ortaya çıkıyor ve uygulamaya giriyor. Öyle ya, tren sizin istasyonunuzdan saat 13.45’te kalkacaksa, o 13.45’in tren yolu boyunca herkesin kol saatinde 13.45 olması gerekir. Yerel, güneşin konumuna bakılarak hesaplanmış 13.45 kullanılamaz.
Peki hiç düşündünüz mü, Osmanlı’da bu “ortak saat” ne zaman kullanılmaya başlandı?

Yolunuz düşerse Topkapı Sarayındaki saat kolleksiyonu sergisini kaçırmayın, muhteşem eserler var.
‘Alaturka saat’
Zamanı ölçen ve gösteren bir alet olarak saat, Osmanlı’ya Batı Avrupa ile neredeyse eş zamanlı varmıştı. Bugünlerde Topkapı Sarayı Müzesine giderseniz görürsünüz, mükemmel bir sergi var orada, Osmanlı döneminin müthiş saat ustaları da vardı, yani Osmanlı kendi saatini kendisi yapıyordu, İngiliz veya İsviçreli saat ustalarına muhtaç değildi.
Cep saati, duvar saati veya meydan saati gibi saatler yaygınlaştığında, daha sonra adına “Alaturka saat ayarı” denen bir ayar yapılırdı. Bu saatler, mesela tam gün batımında gece 12’ye ayarlanırdı. Bu ayarı, dünyamız bir de güneşin etrafında da döndüğü, yani güneşe göre sürekli pozisyon değiştirdiği için her gün yeniden ve yeniden yapmak gerekirdi.
Osmanlı döneminde (ve İslamda) bir günden diğerine bugün olduğu gibi geceyarısı saat 23.59’dan bir dakika sonra geçilmezdi. Gün, akşam gün batımıyla (akşam ezanıyla) sona erer, yeni gün başlardı.
Tabii bu uygulama Batı ucu Adriyatik kıyısında, Doğu ucu Basra Körfezinde olan Osmanlı’da ortak bir zamanın olmaması anlamına geliyordu. Oysa Osmanlı’yı ortak zaman kullanmaya mecbur bırakan şeyler hayata çoktan girmişti, İstanbul’dan kalkan tren Bağdat’a kadar gidiyordu, telgraf hatları çalışıyordu.

1912’de “Alafranga” saate geçildi. Bakın Sirkeci’deki Büyük Postane’de iki saat yan yana. biri “Alafranga” diğeri “Alaturka” zamanı gösteriyor.
‘Alafranga saat’ hayata giriyor
1912 yılında Osmanlı İçişleri Bakanlığı, “alaturka” saatin yerine “alafranga saat”in kullanılmasını emretti. En azından devlet dairelerine, kamu kurumlarına bu emir gitti ve bizde de günü 24 saate bölen Avrupa saati uygulanmaya başlandı. Ama diyorum ya, bu uygulama daha çok devlet içindi, kamu yönetimi içindi. Sokaktaki insan alaturka saatte yaşamaya devam ediyordu.
O sırada Avrupa’da ilk yaz saati uygulama, yani gün ışığından daha fazla yararlanma önerileri de ortaya atılmaya başlanmıştı. Gariptir, bu öneriyi ilk olarak 1895 yılında Yeni Zelandalı bir böcekbilimci olan George Vernon Hudson dile getirdi.
Mumlardan tasarruf
Ama ondan öncesi de var. Amerikalı bilim insanı, eylemci ve siyasetçi Benjamin Franklin, Amerikan Devrimi sonrası bir dayanışma emaresi olarak ABD’nin Fransa Büyükelçisi olmuştu. O Fransa’da bir imzasız makale yayımladı, mum israfının önlenmesi ve gün ışığından daha fazla yararlanılması için bir dizi öneride bulundu. Önerileri arasında kiliselerin gün doğumunda çan çalarak herkesi uyandırması, evlerdeki panjurlara vergi salınması gibi şeyler de vardı. Ama onun önerisi daha Avrupa’da ortak zaman kavramı yokken yapılmıştı, “yaz saati” değildi.
Her neyse konuda uzaklaşmayalım, ülkemize geri dönelim. Türkiye topraklarında ilk yaz saati uygulaması, Osmanlı’nın “alafranga saat”e geçmesinden hemen dört yıl sonra, 1916’da uygulandı. Almanya’nın büyün müttefiklerine önerisi buydu, Osmanlı da öneriye uydu, “kömür tasarrufu” sağlamak için 1916-19 arasında yaz saati uygulandı. Böylece Osmanlı ülkesi, Almanla ve bazı başka müttefikleriyle birlikte dünyada “yaz saati” uygulayan ilk ülke oldu.
Yanlış biliyorsunuz, ‘Kış saati’ diye bir şey yok!
Tam yeri geldi söyleyeyim: Yaz saati, saatlerin güneşin çok daha erken doğup geç battığı yaz mevsiminde bir saat öne alınması, yani gün ışığından daha fazla yararlanılması uygulamasının adı. “Kış saati” diye bir şey yok. Normal saat ayarımız yaz saati dışında kalan zamanlarda uyguladığımız şey zaten.
O arada Osmanlı çöktü yıkıldı, yerine Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi 2 Ocak 1926’da 697 sayılı ‘Günün 24 Saate Taksimine Dair Kanun’u kabul ederek ülkemizde tamamen Avrupa saatinin kullanılmasını emretti. Alaturka saat ömrünü tamamlamıştı. Kanuna göre gün geceyarısı başlayacak ve saatler 0’dan 24’e kadar bölünecekti. (Bir gün önce de Türkiye kendine özgü bir uygulama olan Rumi Takvimini kaldırmış, 1 Ocak itibarıyla Gregoryen takvime geçmişti.)
Kanunun en önemli maddesi, bugünkü tartışmamızın da odak noktası olan şeydi. Kanun, Türkiye’nin ortak zamanının, yani ülke saatlerinin 30. Doğu Meridyenine göre belirlenmesini emrediyordu.
Takvim ve saat devrimine alışması kolay olmadı
Sokaktaki insan açısından en önemli ve en yadırgatıcı değişiklik “öğlen 12” kavramıydı. Çünkü alaturka saatte “öğlen 12” diye bir şey yoktu ama “akşam 12” vardı, o da gün batımı saatini temsil ediyordu. Şimdi gün ortasında bir “öğlen 12” vardı, bir de geceyarısını anlatan “gece 12”. Edebiyatta da yer edinen “akşamın 12’si” kavramı artık olmayacaktı.
Dönemin ünlü yazarlarından Ahmet Haşim bir seferinde “En çok özlemle hatırlanan saat, unutulmuş eski saatler içinde akşamın on ikisidir. Artık o ‘on iki’, (…) sokakların lacivert bir sisle örtüldüğü, ışıkların yandığı, sofraların kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden uçuştuğu o büyüleyici ve titrek an değil. Akşam anlamını yitirerek, bazen öğlenin sıcağında, bazen gece yarısının karanlığında karşılığı olmayan bir vakti gösteren, hayatımızda renksiz ve şaşkın bir an haline gelmiştir” diye yazdı. Sokaktaki insan bu değişime uyum sağlamakta hayli zorlandı.
30. meridyenin önemi büyük
Bu saatleri ayarlama meselesinin ülkemiz ve Cumhuriyet devrimleri açısından ne kadar önemli olduğunu gösteren bu örneği burada keseceğim, çünkü yazının konusundan uzaklaşmak istemiyorum. Yeniden konuya döneyim.
Az önce ülke saat ayarı için 30. Doğu meridyeninin esas alındığını ve bunun önemli olduğunu söyledim. Önemi şundan kaynaklanıyor:
Dünya bir araya gelmiş, 1884 yılında Londra yakınındaki Greenwich’teki gözlem evinin üzerinden geçen hayali bir çizgiyi, 0 numaralı meridyen (boylam) olarak kabul etmiş ve dünyayı da 15’er derecelik aralıklarla 24’e bölmüştü. Yani her 15 derece 1 saat ediyordu.

Doğu 30. meridyeni Kocaeli’nin üzerinden geçiyor ve bizim için sadece “normal” değil “doğal” saati de yansıtıyor. Oysa 45. meridyen Iğdır’ın da Doğusundan geçiyor, Türkiye için “doğal” da değili “normal” de.
0 noktası Londra ise, 30. derece Londra’dan 2 saat sonrasını ifade ediyordu yani.
Bu 30. meridyen ülkemizde tam olarak Kocaeli’nin üzerinden geçiyor. 15. meridyen bize göre çok Batıda, 45. meridyen ise ülkemiz sınırlarının hafifçe dışında, bugünkü Iğdır’ın doğusundan geçiyor. O yüzden 30. meridyenin seçilmesi sadece normal değil, doğal olandı da aynı zamanda.
Bizi 45. meridyene taşıyan ilk isim Berat Albayrak değil Deniz Baykal’dı
Cumhuriyet dönemi boyunca defalarca zaman zaman enerji tasarrufu sağlamak amacıyla yaz saati uygulaması yapılmış ama bu 30. meridyeni esas alma konusu hiçbir zaman tartışılmamış. Ta ki 1978 yılına kadar.
İlginçtir, CHP’den Deniz Baykal’ın Enerji Bakanlığı yaptığı o yıl, Türkiye 30. meridyeni terk edip, bugün Berat Albayrak’ın yaptığı gibi 45. meridyene taşınmış, yani eskinin yaz saatini sürekli kılmış. Az önce anlatmaya çalıştım, Türkiye’nin saatini 45. meridyene göre uygulamak demek, 0 meridyenine, yani Londra’ya göre 3 saat ileri gitmek demek.
Turgut Özal da 30. meridyene bizi geri getirdi
Bu uygulama 1984 yılında ANAP iktidarı döneminde yeniden terse çevrilmiş, Türkiye bir kez daha olması gereken meridyene 30. meridyene geri dönmüş.
Derken, Türkiye’nin Enerji Bakanlığı bir kez daha, bu sefer aslında 2013 yılında bir rapor hazırlayarak ülke saat ayarının 45. meridyene göre yapılmasını ve yaz saati uygulamasından vaz geçilmesini önermiş.
Bu öneriyi hayata geçirmek, Berat Albayrak’ın Enerji Bakanlığına nasip oldu. Türkiye 2016 yılında ilkbaharda yaz saatine geçildi, yani saatlerimiz 1 saat ileri alındı, sonra o yılın sonbaharında saatlerimizi geri almadık ve böylece yeniden ülkemizin saatini 45. meridyene bakarak ayarlamaya başladık.
Nüfus ve ekonomi Batıda, saat ayarı Doğuda
Türkiye’de o günden bugüne devam eden yaz saati tartışması aslında içi boş, anlamsız bir tartışma değil. Çünkü özellikle kış aylarında Türkiye’nin nüfusunun çok daha ağırlıkla yaşadığı Batısında gün çok geç ağarıyor. Bunun yarattığı psikolojinin sonuçları hakkında ise çok daha az düşünülüyor.
Sadece sabahları güne karanlıkta başlamak da değil konu aslında. Bir de ülkemizde saatleri ülkemizin üzerinden bile geçmeyen bir meridyene sabitlemenin Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ile yakın iş ilişkisi içinde olan bankalardan şirketlere kadar ekonomi üzerinde de olumsuz etkisi var. Bu sabah itibarıyla Batı Avrupa ile aramızda 2 saat, İngiltere ile 3 saat fark oldu. Bu fark önemli.
Dünyanın dört bir yanında yaz saati uygulamasının faydalı olup olmadığı tartışılıyor. Amerika da, Avrupa Birliği de yaz saatinden vaz geçmeyi, saatleri ileri almak-geri almak uygulamasına son vermeyi tartışıyor.
Türkiye buna son verdi ve sanki çok büyük bir yanlış da yapmadı ama bu son verme işini yanlış meridyende yaptı. Konuşmamız gereken konu da bu aslında. Yeniden 30. meridyene, ülkemiz açısından doğal ve normal olan saat dilimine geri dönmek.
***
(Bu yazıyı yazarken bulduğum ve yararlandığım kaynaklardan biri son derece faydalı bir makaleydi. Nuri Güçtekin’in 2014’te Tarih Dergisinde çıkan makalesini bütün meraklılarına tavsiye ederim.)

