81 yıllık sır çözülüyor: Su altında insan kalıntısı ve DNA aranıyor
22 Kasım 2025

1944’ten beri Pasifik’in göbeğinde bir savaş uçağı, Saipan Limanı’nın mercanlarla kaplı sularında sessizce yatıyor. Kaybolan mürettebatın izleri denizin derinliklerinde gizli… Şimdi, denizin dibindeki bu hayalet enkaz, yıllar sonra bilim insanlarının gizemli bir keşfe çıkmasına yol açtı. Bilim insanları yepyeni bir yöntemle bu tarihî gizemle ilgili ilginç sonuçlara ulaştı.

Mercanlarla kaplı bir savaş uçağı Kuzey Mariana Adaları adlı takımadaların en büyük adası deniz tabanında sessizce yatıyor. Ters dönmüş gövdesiyle denizin dibinde bir hayalet gibi duran uçağın kanatları ve motoru mercanlarla kaplanmış durumda ve hikâyesi oldukça dikkat çekici…

Avenger uçağı, II. Dünya Savaşı’nın Pasifik cephesinde yaşanan en çetin çatışmalardan biri olan 1944 Saipan Muharebesi sırasında veya hemen sonrasında düştü. ABD kuvvetleri, Japonya’ya yönelik operasyonlar için stratejik öneme sahip Mariana Adaları’nı ele geçirmek istiyordu. Bu nedenle Saipan, Amerika Birleşik Devletleri için büyük bir zafer anlamına gelmişti.

Ancak bu başarı, ağır kayıplarla geldi. Avenger’ın düştüğü anda uçakta üç mürettebat bulunuyordu. Yapılan araştırmalara göre yalnızca biri kurtulabildi; diğer iki mürettebatın kalıntılarıysa hâlâ suyun altında, bu tropikal denizin sessizliğine gömülü. Ne kurtarıldılar ne de unutuldular.

Bugün o batık, yalnızca tarihsel bir kalıntı değil, bilimsel bir umut ışığı hâline geldi. Çünkü bu enkaz, onlarca yıldır kayıp askerlerin kalıntılarını bulmayı hedefleyen yeni bir bilimsel yöntemin merkezinde yer alıyor.

Bilim insanları, çevresel DNA (environmental DNA- eDNA) adı verilen yöntemi kullanarak su altındaki batıklarda hâlâ insan kalıntılarının izlerinin bulunup bulunamayacağını araştırıyor. Bu teknoloji, toprak, tortu ve sudan alınan örneklerdeki genetik materyali analiz ederek canlı veya cansız organizmaların orada bir zamanlar bulunup bulunmadığını tespit etmeyi mümkün kılıyor.

Bu yöntem ABD Savunma Bakanlığı’na bağlı Savaş Esirleri/Kayıp Askerler Muhasebe Ajansı (DPAA) ile iş birliği içinde yürütülüyor. DPAA, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana kaybolan 40 binden fazla Amerikan askerinin kalıntılarını tespit etmekle görevli. Şimdi ise bilim insanları, eDNA analizinin bu aramaları hızlandırabileceğini umuyor.

DPAA’nın inovasyon şefi ve arkeolog Jesse Stephen, araştırmanın önemini şu sözlerle anlatıyor: “Sualtı araştırmalarında karşılaştığımız en büyük zorluklardan bazılarını aşmanın yollarını arıyoruz. Bunlar, bizim için en karmaşık ve zorlayıcı alanlardan bazıları.”

Stephen’a göre sualtı bölgelerinde arama yapmak, karadakinden çok daha zor. Okyanusun enginliği, tarihsel bilgi eksikliği ve batıkların derinlikte bulunması, süreci oldukça maliyetli ve karmaşık hâle getiriyor. Ayrıca, çarpma etkisi veya su hareketi nedeniyle insan kalıntılarının enkazdan ayrılmış olma ihtimali oldukça yüksek.

Grumman Avenger batığı, eDNA araştırmasının yürütüldüğü üç farklı su altı ortamından biri. Bu çalışma yalnızca Pasifik Okyanusu’nda değil, Michigan ve Ontario sınırındaki Huron Gölü ile İtalya açıklarında da yürütülüyor. Araştırmacılar, bu üç bölgedeki 12 batıktan su ve tortu örnekleri topladı. Bu alanların bazıları DPAA’nın aktif ilgi alanına giriyor, bazılarıysa yalnızca karşılaştırma amacıyla incelendi.

Amaç, farklı çevresel koşulların DNA korunumuna etkisini anlamaktı: Tuzlu ve tatlı su farkı, sıcak ve soğuk ortamlarda DNA’nın kalıcılığı, sığ ve derin su katmanlarının etkisi. Çalışmanın Saipan ayağında, biri sığ lagünde, diğeri yaklaşık 300 metre derinlikte iki bölge seçildi. Derin su batıklarına uzaktan kumandalı sualtı araçlarıyla ulaşıldı; sığ bölgelerde ise dalgıçlar örnek topladı.

Woods Hole Oşinografi Enstitüsü’nden deniz biyoloğu Kirstin Meyer-Kaiser, projenin bilimsel liderlerinden biri. Meyer-Kaiser, yöntemin amacını şöyle özetliyor: “Bir hayvanın, bitkinin ya da insanın fiziksel kalıntısını toplamadan, sadece çevredeki DNA’ya dayanarak bir varlığın orada olup olmadığını belirlemek mümkün.” Bu yaklaşım, sualtı kazılarında devrim niteliğinde bir dönüm noktası olabilir.

Saipan’ın turkuaz sularında dalış yapan araştırmacılar, deniz tabanındaki noktaları kırmızı bayraklarla işaretledi. Kontaminasyonu önlemek için ekip üyelerinin DNA profilleri önceden belirlendi, böylece analiz sırasında kendi DNA’ları ayıklanabildi.Numune toplama işlemi, özel aletlerle gerçekleştirildi. Ancak özellikle Avenger batığının bulunduğu mercan resifli alanlarda tortu toplamak zorlaştı. Ekip bazen küçük bir mala kullanarak örnek alabildi.

Toplanan örnekler, analiz edilmek üzere ABD’ye gönderildi. Ancak nakliye süreci de en az dalış kadar zorlu geçti. Uçak kargo firması kuru buzla gönderime izin vermeyince, ekip örnekleri Guam’a (Mariana Takımadaları’nın en güneydeki adası) buzla taşıyıp bir ay boyunca dondurucuda bekletmek zorunda kaldı. Neyse ki örneklerin kalitesi zarar görmeden laboratuvara ulaştı.

2023 ve 2024 yıllarında yapılan analizlerde bilim insanları, metagenomik dizileme adı verilen gelişmiş bir yöntem kullandı. Bu teknik, örnekteki tüm DNA’nın aynı anda dizilenmesini sağlıyor; böylece sadece insan DNA’sı değil, aynı zamanda insan kalıntılarıyla ilişkili mikroplar da tespit edilebiliyor.

Meyer-Kaiser, elde ettikleri verilerin umut verici olduğunu söylüyor: “Örneklerde hem çağdaş hem de daha eski insan DNA’sını tespit edip ayırt edebildik.”

Araştırma ekibi, DNA parçalarının uzunluğuna göre yaş tahmini yaptı. Tortu örnekleri su örneklerinden çok daha zengin çıktı. Özellikle Saipan ve İtalya’daki kazı alanlarından alınan tortu numunelerinde yüksek miktarda kısa DNA dizileri bulundu. Bu, muhtemel insan kalıntılarının bulunduğu bölgelerde yoğunlaşmış genetik izler anlamına geliyor.

Ancak her şey tahmin edildiği kadar net değildi. Bazı kontrol bölgelerinde, yani insan kalıntısı bulunmadığı düşünülen alanlarda, beklenmedik şekilde daha fazla eski DNA tespit edildi. Bu durum araştırmacıları şaşırttı.

Meyer-Kaiser, “Belki de yıllar önceki kanalizasyon akıntıları ya da insan kaynaklı diğer etkiler, DNA’nın bu bölgelere taşınmasına neden olmuştur” diyor. Yani denizde insan DNA’sı bulmak, her zaman o bölgede insan kalıntısı olduğu anlamına gelmiyor. Okyanus, milyonlarca yıl boyunca biyolojik materyali taşıyan dev bir karışım gibi davranıyor.

Araştırmacılar, eDNA teknolojisinin insan kalıntılarını doğrudan tanımlamak yerine, ön tarama aracı olarak kullanılabileceğini düşünüyor. Bu, kayıp askerlerin aranmasında büyük bir avantaj sağlayabilir.

Kirstin Meyer-Kaiser bu durumu şöyle açıklıyor: “Pozitif bir kontrolümüz yok. Ancak DNA’yı bu şekilde toplamanın ve analiz etmenin bize aradığımız bilgi türünü sağladığını biliyoruz.”

Yani, eDNA kesin bir kimlik belirleme yöntemi değil; ancak hangi enkazlarda insan kalıntısı bulunabileceğini gösterebilir. Bu da arama operasyonlarını çok daha verimli hâle getirebilir.

DPAA yetkilileri, bu çalışmanın potansiyelini kabul ediyor ancak temkinli davranıyor. Jesse Stephen, “Bu araştırmayı dikkatle değerlendirmemiz gerekiyor” diyor. Kurum, sualtı dronları ve makine öğrenimiyle yapılan başka pilot çalışmaların sonuçlarını da bekliyor.

Ancak şimdiden belli ki eDNA yöntemi, denizde kaybolmuş askerlerin bulunmasında yeni bir dönemin kapısını aralayabilir. Bu hem bilimsel hem de insani bir görev olarak görülüyor. Doğu Carolina Üniversitesi’nden deniz arkeoloğu Jennifer McKinnon, bu tür çalışmaların önemine dikkat çekiyor: “Yeni teknolojileri eski vakalara uygulamak heyecan verici bir yenilik. Eğer eDNA sonuçları faydalı olursa, bazı arama misyonlarının etkinliğini kökten değiştirebilir.”

Saipan açıklarında, mercanlarla kaplı bu savaş uçağı hâlâ geçmişten izler taşıyor. Balıkların arasında sessizce yatan bu metal yığını, bir zamanlar gökyüzünde süzülen üç askerin kaderini saklıyor olabilir.

Belki onların DNA’sı, yıllar sonra bile deniz tabanındaki tortulara karışmış, görünmez bir iz bırakmıştır. Bugün, bilim insanları bu izleri yeniden okumaya çalışıyor. Özetlemek gerekirse, bu araştırma henüz kesin sonuçlara ulaşmadı; ancak ortaya koyduğu şey çok değerli.

 

ÇOK OKUNANLAR