• İmamoğlu’nu görevden alma hazırlığı mı?
    17 Kasım 2020

    Ağustos ayında İstanbul Valiliği’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından asılan “Ya Kanal Ya İstanbul” afişlerini polis zoruyla indirtmesi, başlangıçta yaşanan birkaç günlük tartışma sonrası unutulmuştu.

    Oysa konu son derece önemliydi ve bugün de ortaya çıktığı gibi çok başka kapıları açacak gelişmeleri beraberinde getirecek bir şeydi.

    16 Kasım pazartesi sabahı İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Fox TV’de gazeteci İsmail Küçükkaya’nın konuğuydu. Söyleşinin bir yerinde Akşener, İçişleri Bakanlığı’nın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında, içinde “bölücülük” suçlaması da geçen bir soruşturma yürüttüğünü açıkladı.

    Haber siyasi gündeme bomba gibi düştü. Kısa süre sonra Ekrem İmamoğlu’nun basın danışmanı Murat Ongun soruşturmanın varlığını Twitter üzerinden doğrulayınca sosyal medyada hararetli bir tartışma başladı. Bir süre sonra İçişleri Bakanlığı kendisini açıklama yapmak zorunda hissetti.

    “Bölücülük yok” deniyor ama var aslında

    Evet, soruşturma vardı. Soruşturma “bölücülük” suçlaması içermiyordu ama arka planındaki dayanak Anayasada yazılı “idarenin birliği” ilkesiydi. Bakanlık bu ilkeden hareketle, belediyelerin merkezi hükümetin politikalarını eleştirmeye yönelik kampanya yapamayacağı kanısındaydı, o sebeple müfettişler görevlendirilmişti ve İmamoğlu’nun savunması alınacaktı.

    İçişleri Bakanlığı “bölücülük soruşturması değil” diyor ama eğer mefhumu muhalifinden giderseniz, İmamoğlu’nun “idarenin birliği”ni sarstığının iddia edilmesi, onun “bölücülük” yapmakla suçlandığı anlamına geliyor.

    Hadi bölücülük suçlamasını bir kenara bıraksak bile durumun vahameti ortadan kalkmıyor. Çünkü “idarenin birliği” ilkesi, bir süredir unutulmuş gibi gözükse de Türkiye açısından bir temel tartışma.

    2004’te yerel yönetim reformuna CHP ve Sezer “Bölücülük” demişti

    Hatırlayalım, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının ilk döneminde bir dizi kapsamlı kamu reformu yasasını gündeme getirmişti. Bu yasalar, o dönem Başbakanlık Müsteşarı olan Ömer Dinçer’in öncülüğünde bir ekip tarafından hazırlanmış, Ak Parti’nin içinde ve hükümette epey tartışıldıktan sonra Meclis’e gönderilmiş, yasaların Meclis’teki görüşmeleri de bir hayli hararetli geçmişti. O zamanlar Meclis’teki yegane muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi yasalara, özellikle de yerel yönetimlerle ilgili reform yasalarına şiddetle karşı çıkmış, yer yer bu yasaların “bölücülük” olduğunu da dile getirmişti.

    CHP’nin itirazlarına rağmen yerel yönetim reformları Meclis’ten geçti ama bu kez Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in vetosuna takıldı. Sezer, adeta hala Anayasa Mahkemesi üyesiymişçesine ayrıntılı gerekçe yazılarıyla bu yasaların hepsini veto etti. Yerel yönetim reform yasasının veto gerekçesinde en çok kullanılan ve uzun uzun da izah edilen kavram “idarenin birliği” ilkesi ve merkezi yönetimin yerel yönetim üzerindeki “vesayet denetimi” hakkıydı. Sezer açık açık “Buradan belediye özerkliği ve bölücülük çıkar” demiyordu ama bunu demeye getiriyordu. Sezer, veto gerekçesinin bir yerinde, “Ancak yapılacak düzenlemelerin ülke ve ulus birliğini, tekil devlet yapısını, merkezi yönetim-yerel yönetim dengesini zedelememesine, Anayasal ilkelere ve kamu yararına uygun olmasına özen gösterilmesi yaşamsal önem taşımaktadır” diyordu. (Sezer’in veto metinlerinin tamamını görebilmeniz için internet linki vermek isterdim ama maalesef bunu yapamıyorum, yeni dönemin Cumhurbaşkanlığı web sitesinde eski Cumhurbaşkanları’nın bu çeşit metinlerini bulmaya, o eski arşivlere ulaşmaya imkan yok.)

    Askeri vesayet bitti, devlet vesayeti devam

    Sezer, 2004 yılının Ağustos ayında bu vetoları yaptı; Ak Parti veto edilen yasalar içinde seçici davrandı, yerel yönetimlerle ilgili reformu yeniden gündeme getirmedi. Oysa daha önce ve sonraki dönemlerde Ak Parti veto edilen yasaları yeniden kabul ederek Sezer engelini aştı. Sezer de böyle durumlarda yasaları Anayasa Mahkemesi’ne götürdü.

    Hatırlayın, o yıllar Türkiye’nin Avrupa Birliği ile müzakere tarihi alabilmek için “Kopenhag Kriterleri”ni yerine getirmeye çalıştığı, yani “yeterince demokratik bir ülke” olmaya uğraştığı dönemlerdi. Sadece yerel yönetimlerin merkezi yönetimden daha fazla özerk olmasının peşinde değildik; genel olarak siyasetin ve demokrasinin üzerindeki asker vesayetini kaldırmaya çalışıyorduk. Yerel yönetim reformu da devletin yerel yönetimler üzerindeki vesayetini hafifletme çabasıydı sadece.

    Türkiye zaman içinde ve bir hayli tartışmalı yöntemlerle (Ergenekon ve Balyoz davalarından başlayıp 15 Temmuza varan sürecin sonunda) askeri vesayeti geriletti. O zamanlar olur olmaz her konuda (kız öğrencilerin üniversiteye baş örtüsüyle gitmesinden Kuran kurslarına, İstanbul boğazına kurulacak radar sisteminden Meclis’te yapılan kimi tartışmalara kadar) görüş beyan eden, dış politika ve milli güvenlik konularında ise kimseye söz hakkı tanımayan bir Türk Silahlı Kuvvetleri vardı. Genelkurmay Başkanlığı, seçimlere katılmayan ama her zaman da iktidara ortak olan bir siyasi parti gibiydi; üstelik bir kurumsal kimliği ve ideolojik sürekliliği de vardı.

    Bugün askerin bırakın siyasi konuları milli güvenliği ilgilendiren konularda bile görüş açıklaması hayal dahi edilemez bir olgu. Siyasiler her bakımdan ön plandalar artık. Askeri vesayetten söz etmek mümkün değil.

    Ama buna karşılık, o yıllarda tek tük birkaç şey dışında hiç tartışılmayan “devlet vesayeti” hala dibine kadar geçerli. Özellikle iktidar ile devlet tek bir şeye dönüştüğünden beri, devlet vesayeti artık iktidarın siyasi tercihleri için de kullanılan etkili bir araç.

    Hükümeti eleştirince vesayet devreye giriyor

    Evet, eskiden mesela belediye başkanlarının kendi şehirlerinin dışına çıkmak için bile validen izin alması gerekirdi; artık böyle bir izne ihtiyaç yok. Ama belediye başkanı, işte son Ekrem İmamoğlu örneğinde görüldüğü gibi hükümet politikalarını eleştirince birden o vesayet devreye giriyor.

    Ama bunu görmek için aslında Ekrem İmamoğlu’na soruşturma açılmasını beklememiz gerekmiyordu. HDP tarafından kazanılan onlarca belediyede belediye başkanları görevden alındı ve üstelik belediye meclisleri fesh edildi. Seçilmiş başkanların yerine tamamı devlet memuru kayyumlar atandı. Bu kayyumlar bir belediye meclisinin denetimi de olmaksızın canlarının istediği gibi yönetiyorlar şehirleri. Koca koca büyükşehir belediyeleri artık kayyum yönetiminde Türkiye’de. 

    Erdoğan’a üç mahkeme kararı, HDP’ye bakan emri

    Oysa 2004 yılında Ak Parti’nin “yerel yönetim reformu” yapma ihtiyacı duyduğu dönemde bir belediye başkanının belediye başkanlığı sıfatını kaybetmesi son derece zorlu şartlara bağlanmıştı. 

    Bugünün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, önce Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanıp ceza almış, sonra bu cezası Yargıtay tarafından onanmıştı ve ancak ondan sonra belediye başkanlığı sıfatını bir Danıştay kararıyla kaybetmişti. Yani tek başına ceza yargılaması yetmemişti. Oysa bugün bırakın yargılanmayı hakkınızda soruşturma olması belediye başkanlığı sıfatını kaybetmenize yeterli. İçişleri Bakanı’nın belediye başkanlarını görevden alma yetkisi var.

    O yüzden, İstanbul’a belediye başkanı olabilmek için bir değil iki kez seçimi kazanmak zorunda kalan Ekrem İmamoğlu’nun ve onun seçilmesi için canla başla çalışan muhalefetin açılan bu soruşturmayı ciddiye almak için çok sebebi var. Yarın, İçişleri Bakanı sırf bu soruştumayı gerekçe göstererek İmamoğlu’nu görevden alabilir, Ak Parti ağırlıklı belediye meclisi de bir Ak Partili ismi küt diye belediye başkanı yapabilir.

    İmamoğlu’nun hiçbir hukuki güvencesi yok

    İçişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan açısından Ekrem İmamoğlu’nu görevden almak bir siyasi karar sorunu. “Eğer görevden alırsak siyaseten bu işten kazanç mı elde ederiz, kayba mı uğrarız?” Onlar bu soruyla meşgul; çünkü İmamoğlu halktan aldığı oy dışında hiçbir hukuki güvenceye sahip değil.

    Tabii yüzde 90’a yakın oy alarak belediye başkanı seçilen HDP’lileri görevden alırken hiçbir siyasi duraksama geçirmeyen iktidarın İmamoğlu söz konusu olduğunda duraksamasının bir tane nedeni var: Potansiyel bir Cumhurbaşkanı adayı olarak İmamoğlu’nu büyütme kaygısı.

    İmamoğlu’na atfedilen “suç” onun merkezi hükümetin bir projesine karşı çıkması ve karşı çıkarken belediyeye ait mali kaynakları kullanması. İlk bakışta bir meşruiyeti varmış gibi duruyor, öyle ya insan şöyle düşünebilir: “Kardeşim illa hükümete muhalefet edeceksen bunu belediye parasıyla değil partinin parasıyla yap.”

    Evet ama Kanal İstanbul projesine karşı çıkmak neden hükümete muhalefet olsun? Kaldı ki, suçlama “hükümete muhalefet” değil zaten, “devlete muhalefet.”

    Öyle ya, Kanal İstanbul bir siyasi partinin ve bir siyasi iktidarın projesi değil, büyük harfle yazılan cinsten Devletin projesi onlar göre. Zaten o yüzden “idarenin birliği” kavramı devreye giriyor.

    Eleştirmenin yasak övmenin serbest olduğu ülke

    Eğer merkezi hükümet tarafından yapılan her şey “devlet projesi” ise o zaman ister belediye parasıyla olsun ister kendi özel parasıyla bu projeleri eleştiren, projelere karşı çıkan herkes bir nevi “devlet düşmanı” da olmuş olmuyor mu?

    Bir soru daha var: Diyelim ki hükümetin bir projesini belediye parası kullanarak eleştirmek “suç”tur; peki belediye parası kullanıp övmek, hatta projenin kendisini de değil o projeyi hayata geçiren insan olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı övmek serbest midir? 

    Belli ki öyle.

    İşte biz buna Türkiye’de “demokratik yönetim” diyoruz; eleştirmenin yasak, övmenin serbest olduğu bir düzenimiz var, mutlu mesut yaşıyoruz.

    ÇOK OKUNANLAR