Bir yargıç öldü, Amerika ağlıyor
19 Eylül 2020

Bir an için hayal edin. Türkiye’de akşam saatlerinde bir yüksek yargıcın, hem de 87 yaşında ve hala faal görevde olan bir yargıcın hastanede uzun zamandır boğuştuğu kansere yenik düştüğü haberi geliyor. Ve o saatte yüzlerce, binlerce kişi o yargıcın çalıştığı (İster Yargıtay deyin ister Anayasa Mahkemesi) binanın önüne gidiyor, kendiliklerinden saygılarını belirtmek için orada durmaya başlıyorlar…

Bu bir hayal ve maalesef hukukun çok da fazla anlam ifade etmediğine inanılan ülkemizde belki hiçbir zaman yaşanmayacak bir olay.

Ama Amerika’da yaşandı; siz bu satırları okurken hala yaşanmaya devam ediyor; Amerika’nın en azından yarısı, 87 yaşında ölen bir kadın yargıcın, Ruth Bader Ginsburg’un arkasından ağlıyor.

Amerika’yı ve Amerikan hukukunu bilenler, Ruth Bader Ginsburg’un beklenen ölümünün yarattığı etkiyle Türkiye’yi kıyaslamanın doğru olmadığını söyleyecektir. Haklılar ama ne yapayım, ister istemez aklıma geliyor bu kıyaslama, acaba günün birinde ülkemizde de bir hukuk insanı kendine böyle büyük bir saygı yaratabilir mi?

Rakiplerinin bile saygı duyduğu isim

Yüksek Mahkeme merdiveninden bakınca dün akşamki kalabalık.

Dün akşam itibarıyla Washington DC’den gelen bazı fotoğrafları buraya koyuyorum, Amerikan basınında Ruth Bader Ginsburg için sayfalar dolusu ardından yazısı yayınlanıyor. Üstelik, hayranları arasında adından yapılan kısaltmayla RBG, siyasi tavır olarak bir hayli aktif bir insandı, ona rağmen rakip siyasi görüş sahipleri bile ona olan saygılarını ifade etmekten kaçınmıyorlar. Türkiye’de bu çeşit bir saygıyı kaç kişiye gösterdik acaba, bilmiyorum.

RBG’nin önemini anlatmak için önce biraz Amerikan hukuk sisteminden söz etmeliyim. Bu ülkede, Anglo-Sakson ülkelere özgü “common law” uygulaması var. Hukuk, parlamentonun yasalarıyla olduğu gibi mahkemeler tarafından da yaratılıyor, mahkemelerin hukuki konulardaki yorumları son derece önemli.

“İçtihat hukuku” diyebileceğimiz bu yöntem bizim gibi Kıta Avrupası hukukunu kullanan ülkelerde de var elbette ama Anglo-Sakson hukukuna göre ağırlığı daha az. Tabii, Amerika’da bu içtihatları en alt düzeydeki mahkemeler ve yargıçlar da yaratabiliyor, yüksek mahkeme yargıçları da. Ve elbette ülkenin en üst hukuk kurumu olan federal Yüksek Mahkeme’nin aldığı her karar tabiatı gereği ülke çapında geçerliği olan yeni bir hukuk yaratmak anlamına geliyor.

9 kişilik mahkemedeki ilk ve tek kadın

RGB 1993’te göreve başlarken.

RBG, Federal Yüksek Mahkeme’ye 1993 yılında Başkan Bill Clinton tarafından, ta 1962 yılında Başkan John F. Kennedy tarafından Yüksek Mahkeme’ye atanmış olan yargıç Byron R. White’ın 31 yıllık çalışmanın sonunda kendini emekliye ayırmasından sonra aday gösterildi ve Senato tarafından 96’ya 3 oyla mahkemeye atandı. 9 üyeli mahkemenin tek kadın üyesiydi ve o sırada 60 yaşındaydı.

Atanması çok büyük bir olaydı; çünkü yargıçların ömür boyu görev yapmak üzere seçildiği mahkemeye Demokrat Partili bir başkan tarafından son atama 26 yıl önce, Lyndon B. Johnson’ın döneminde yapılmıştı.

Biz ülkemizde hukuk siyasi midir değil midir tartışmalarını yapmaya doyamayız; Amerika’da elbette siyasidir. Siyasidir ama bizim siyasetten anladığımız gündelik göz oyma ve hukuku siyasetin aracı haline getirmeyle Amerikan mahkemelerine yansıyan ve entellektüel seviyesi bir hayli yüksek olan siyasilik öyle kolay kıyaslanabilir şeyler değil.

Bir feminizm sembolü

Fakat yine de, mahkemedeki Demokrat-Cumhuriyetçi veya Liberal-Muhafazakar dengesi son derece önemli. RBG, bir süredir bozulmuş gibi duran bu dengeyi yeniden kurması beklenen, Amerika tarihinin ilk kadın üyesiydi. Kadın üye olmak çok önemli, çünkü RGB aktif bir kadınların eşit hakları savunucusuydu, dün The New York Times’ın yaptığı nitelemeyle “feminist icon”du.

Aslında, ben de az önce linkini verdiğim yazıdan öğrendim, RBG için Yüksek Mahkeme öyle yabancı bir yer değildi; geçmişte 1973-78 arasında mahkeme önünde 6 kez dava savunmuş, bunlardan beşinde kazanmıştı. Kazandığı her dava, kadınların eşit haklar mücadelesi için kilometre taşı niteliğinde yeni hukuk yaratmıştı.

Mücadelesinin özü, Amerikan Anayasası’nın ırksal eşitlik getiren ilave 14. maddesinde yazılı eşitliğin kadın ve erkek arasında da geçerli olduğunu mahkemeye kabul ettirmek içindi.

İlginçtir, Yüksek Mahkeme önünde savunduğu davalardan birinde bu eşit haklar mücadelesinde bir erkeği savundu. Stephen Wiesenfeld isimli adamın eşi Paula, tek çocukları Jason’ın doğumu sırasında ölmüştü. Stephen, çocuğunu büyütmek için evde kalacak ve çalışmayacaktı, kendisine sosyal sigortanın ödeme yapması gerektiğini söylüyordu. Tersi durumu hayal edin: Çalışan erkek öldüğünde çocuğa bakan anneye sigorta emekli maaşı bağlıyordu. RBG bu davayı Yüksek Mahkeme önünde savundu ve kazandı. Yıllar sonra, 1998’de Florida’ya gidip o Jason’ın evlenme memurluğunu yaptı.

Annesi okuyamadı, o okudu

RGB, 15 Mart 1933’te New York’un Brooklyn ilçesinde Flatbush’da dünyaya geldi. Annesi de babası da göçmen ailelerin çocuklarıydı. Babası Amerika’ya geldiğinde 13 yaşındaydı, annesi ise ailesi Amerika’ya geldikten birkaç ay sonra doğmuştu.

Annesinin hikayesi önemli. 15 yaşında liseden mezun olacak kadar başarılı bir öğrenciydi ama ailesi üniversiteye onu değil kardeşini gönderdi, çünkü mali durumları bir çocuklarını üniversiteye göndermelerine el veriyordu. O yüzden kendi kızının mutlaka üniversite okumasını istedi ama kızı RGB’nin liseden mezuniyetinden sadece bir gün önce kanserden öldü. Babası, annesinin isteğine de uyarak RGB’yi Cornell’e gönderdi.

1954’te, Cornell’de tanışıp aşık olduğu Martin Ginsburg’la evlendi ve karı koca ikisi birden Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne yazıldılar. Harvard, o yıllarda kadınları ikinci sınıf gören, özellikle hukuk fakültesindeki kadınların “bir erkeğin yerini işgal ettiğini” düşünen bir okuldu.

Son yılında New York’a, Columbia Üniversitesine transfer oldu ve fakülteyi burada bitirdi. İki yıl boyunca tek bir firma bile onu işe almadı. Nihayet bir yargıcın yanında ite kaka bir katiplik bulabildi. Kadınların avukat olacağına inanılmıyordu Amerika’da.

Takma adı “Karşıyım” kaldı

Katipliğin ardından Columbia Üniversitesine akademisyen olarak döndü, burada bir karşılaştırmalı hukuk projesi için İsveç’e gitti ve orada uzun zaman kaldı. RGB, İsveç’ten inançlı bir feminist olarak döndü. Ve ölene kadar da kadınların eşit hakları mücadelesinin bir parçası olarak kaldı.

RGB sadece feminist değildi, bir yandan da Amerika’daki adlandırmasıyla “liberal”di. Amerikan siyaset terimleri içinde “liberal”in anlamı bizdeki anlamından farklı. Amerika’da liberal, Demokrat Parti’nin sol kanadında yer alan demek. Belki bizdeki karşılığı “ilerici” olabilir.

Yüksek Mahkeme yargıcı olarak RGB mahkemedeki 4 liberal yargıçtan biriydi, bir süredir adı konmamış biçimde bu grubun lideriydi. Tabii bu dört yargıcın kararları kendi lehlerine döndürmek için en azından bir yargıcı daha ikna etmeleri gerekiyordu. Son dört-beş yıldır o bir kişiyi bulmakta zorluk çekiyorlardı; çünkü mahkemedeki denge muhafazakarlar lehine bozulmuştu. O yüzden RGB’nin karşı oy yazıları çok ünlenmeye başladı. Hatta RGB bir takma isim de kazandı: “Karşıyım.”

Bundan beş yıl önce kanseri nüksedip yeniden tedaviye girdiğinde emekli olması baskısıyla karşılaştı. Ondan emekli olmasını isteyenler, böylece Başkan Obama’nın onun yerine bir başka liberali atayarak mahkemedeki dengeyi korumasını istiyordu. Ama RGB emekli olmayı reddetti, “Eminim” dedi, “Bir sonraki başkan da iyi bir başkan olacak.” Büyük olasılıkla Hillary Clinton’ı kastediyordu ama onun yerine Donald Trump Başkan seçildi.

Siyasi kavga başladı bile

RGB’nin ölmezden önceki son dileğinin yerine yapılacak atama için seçimlerin sonuçlanmasının beklenmesi olduğu söyleniyor. Ama o daha ölür ölmez siyasi hesaplaşma da başladı, Senato’daki Cumhuriyetçi çoğunluğun lideri Mitch McConnel, Başkan Trump’ın hemen bir aday göstermesi halinde onay sürecini hızla tamamlayacaklarını söyledi bile. Başkan Trump ve ekibinin de bir muhafazakar yargıç bulmak için çalıştığı haberleri geliyor. Bu da Amerika’daki bir sonraki siyasi kavgayı bize haber veriyor. Yüksek Mahkeme’de zaten azınlıkta olan liberallerin daha da azalması tehlikesi çok ciddi.

Bilmiyorum hatırlayan var mı, bir zamanlar biz de ülkemizde Anayasa Mahkemesi’nin bileşimine ve üyelerine bakıp bir çeşit siyasi denge arardık, hatta hangi Cumhurbaşkanı’nın görev süresi içinde hangi üyenin emekli olacağını hesaplamaya çalışırdık.

Bizim AYM artık tek sesli

Mesela Turgut Özal, Cumhurbaşkanlığı sırasında çok genç bir ismi, Haşim Kılıç’ı mahkemeye üye olarak atamıştı. Kılıç bu sayede çok uzun süre mahkemede görev yaptı. Devletçi-ulusalcı Kemalistlerin çoğunluğu oluşturduğu mahkemede “liberal” bir sesti; çoğu zaman azınlıkta kalıyordu ve karşı oy yazıları yazıyordu.

Ama bugün öyle bir azınlık-çoğunluk ayrımından söz etmeye imkan yok bizim Anayasa Mahkememizde. Çok ender durumlarda “karşı ses” yükseliyor, öyle bir şey olduğunda da şaşırıyoruz zaten. 15 Temmuz sonrası bazı üyeleri tutuklanan mahkeme, 2017 referandumuyla geçmişle kıyaslanmayacak biçimde şekil değiştirdi ve 12 Eylül sonrasındaki gibi çok sayıda temel konuda tek sesli hale geldi.

Bizim Anayasa Mahkememiz, artık daha çok mahkemeye yapılan bireysel başvurularla ve bunlar hakkında verdiği kararlarla gündeme geliyor. Mahkeme bu çeşit bireysel başvurularda çoğu zaman hükümeti ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı rahatsız edecek kararlar da aldı. Hatta zaman zaman Cumhurbaşkanı bu rahatsızlığını kamuoyu önünde yüksek sesle de ifade etti. Ancak bu rahatsızlıklar genellikle siyasete kökünden etki etmeyen konulardaydı ve bireysel başvuruların sonuçları da bireysel oluyordu. Hatta bazen mahkemelerin siyasetin talebine uyarak AYM’nin kararlarını uygulamadığı da oldu. Buna karşı da hiçbir şey yapılamadı.

Mahkeme, çoğu zaman kritik kimi bireysel başvuruları bekletmek ve zamanında karar vermemekle eleştiriliyor. Mahkeme de kendini savunurken üstündeki iş yükünden söz ediyor.