Acaba John Le Carre, post-truth “yılın kelimesi” seçildiğinde ne hissetmişti?
14 Aralık 2020

İngilizce dilinin en saygın iki sözlüğünden biri olan Oxford Sözlüğü, Kasım 2016’da o yılın kelimesi olarak “post-truth”u, Türkçeye “Gerçek ötesi” diye çevirilen kelimeyi seçti.

Bunu duyduğumda aklıma ilk gelen şey, büyük yazar John Le Carre’nin bu seçim hakkında ne düşündüğünü merak etmek olmuştu. Aradan onca zaman geçti, merakımı gideremedim ve 13 Aralık pazar akşamı John Le Carre bu dünyadan göçtü gitti.

14 Aralık sabahının kör vaktinde önce The New York Times’da, sonra da The Guardian’da Le Carre’nin ölüm haberini onun hayat hikayesiyle birlikte aktaran yazıları okudum. İlginçtir, iki gazetenin de yazısında Le Carre’nin gerçek adı hiç geçmiyordu.

Bakın, John Le Carre, adıyla bile bir “gerçek-ötesi” şahsiyetti. Gerçek adı David Cornwell’di ama herkes onu John Le Carre diye biliyordu.

Bu takma adı bir zorunluktan almıştı. İngiliz gizli servisinde çalışan genç bir memurken, evinden işe gidip gelirken trende iki tane roman yazmıştı. Memur olarak kendi adıyla roman yayınlayamazdı; takma isim olarak John Le Carre’yi seçti. 

“Call for the Dead” (1961) ve “A Murder of Quality” (1962) adlı bu romanlar mütevazı satış rakamlarına ulaşmıştı ve çok da övgü almamıştı ama 1963’te yayınladığı “Soğuktan Gelen Casus- The Spy Who Came in from the Cold” öyle büyük bir satış patlaması ve ona eşlik eden öyle büyük övgüler aldı ki, genç casus ve devlet memurunun memuriyete devam etme zorunluğunu ortadan kaldırdı. Memuriyeti bıraktı ama Le Carre olarak kalmaya devam etti, gerçek adına dönmedi.

Le Carre: Kafası fazla ince çalışmayan

Bir seferinde, kendine seçtiği takma isimde bir kelime oyununun gizli olduğuna dair yaygın inanışı doğrular sözler söylemişti. 

“Le Carre” Fransızca ve bildiğiniz “kare” anlamına geliyor. “Kare”nin İngilizce karşılığı olan “Square” ise “düz kafalı, kafası fazla ince çalışmayan, yeterince zeki olmayan” gibi anlamlara sahip argoda. Yazarın kendisiyle dalga geçmesi ve kendisini bir sis perdesi arkasına gizlemesi daha adıyla başlıyordu.

David Cornwell veya John Le Carre, çetesi ve sevgilisiyle birlikte yaşayan, hapse girip çıkmış, büyük servetler kazanmış ve kaybetmiş dolandırıcı bir babanın oğlu. O yüzden daha çocukluğundan itibaren “gerçek” denen şeyin ne kadar kaypak bir zemin olduğunun, bugünün “gerçek”inin yarının yalanı haline gelebildiğinin farkında olarak büyümüş. (Bence Le Carre’nin en güzel üç romanından biri olan “A Perfect Spy” bu karmaşık baba-oğul ilişkisi hakkındadır.)

Hayatı bir koca şaka ve yalandı

Diyorum ya, bizler “gerçek ötesi” diye bir kavramı hiç duymamışken o bu kavramın etrafında kurulu bir hayat yaşıyordu. Bakın, mesela Le Carre’yi büyük üne kavuşturan, hala pek çok çevrede onun “en büyük romanı” kabul edilen “Soğuktan Gelen Casus” da aslında bir yanlış anlamanın kurbanı olmuştu. Le Carre’nin amacı ve niyeti casusluk mesleğini eleştirmekti ama okuyanlar (ve en çok da başrolünde Richard Burton’un oynadığı filmi seyredenler) ana karakter olan Alec Leamas’ı bir çeşit kahraman olarak gördüler.

Le Carre, bir sonraki romanında (A Looking Glass War) bu kez  casusluk mesleğiyle neredeyse dalga geçecekti. Ama kader ağlarını örmüştü, o artık ne derse desin dediğinden başka türlü anlaşılacaktı. Hayat onun için koca bir şakaya dönüşüyordu. Hayat onunla dalgasını geçtikçe o da yazdıklarıyla hayatla dalga geçmeye başladı.

George Smiley: James Bond’un tam tersi

Bu şakanın doruğu bana soracak olursanız Le Carre’nin yarattığı unutulmaz kahraman George Smiley’di. O zaman kadar bilinen “İngiliz casus” imajı, James Bond’du. Oysa George Smiley her bakımdan Bond’un tam tersiydi: Kısa boylu, tombul, gözlüklü, karısı tarafından aldatılan, eline nadiren tabanca alan, işini daha çok dosyaların arasına gömülüp okuyarak ve düşünerek yapan bir ajan.

George Smiley, Le Carre’nin 1961’de yayınladığı ilk romandan itibaren sık sık karşımıza çıktı. Ama herhalde en unutulmazı, bugün “Karla Üçlemesi” diye bilinen, “Thinker, Tailor, Soldier, Spy” (Köstebek), “A Hounourable Schoolboy” ve “Smiley’s People” (Köstebeğin Dönüşü) adlı romanlar.

Bu üç romanda George Smiley, KGB içindeki bir casusu, Karla’yı yakalamaya çalışır. Karla, İngiliz gizli servisinin tepesine kadar çıkmış, Smiley’in karısıyla da gizli ilişki yürüten bir KGB ajanları ağının yöneticisidir. 

Karla’nın çakmağı

İki isim aslında gençliklerinde karşılaşmışlar, Smiley Karla’yı bir seferinde Hindistan’da sorgulamıştır. Bu sorgu sırasında Karla, Smiley’in çakmağını çalmıştır hatta. O çakmak, George Smiley’e karısı Ann tarafından hediye edilmiştir ve üzerinde ‘Ann’den sevgilerle’ yazmaktadır. Üçlemenin en sonunda Smiley, Karla’yı komünist bloka ihanet zorunda bırakır, bir akşam vakti Karla Berlin’deki meşhur “Casuslar Köprüsü”nden Doğu’dan Batıya geçer ve İngiliz gizli servisine teslim olur. Operasyonu yürüten Smiley’i gördüğünde, elinde tuttuğu o çakmağı yere bırakır, bunu fark eden George çakmağını yıllar sonra geri alır.

Bu meşhur sahneyi Le Carre 1979’da yazmıştı. O yazdıktan on yıl sonra, 1989’da Berlin Duvarı yıkıldı, soğuk savaşın bittiği ilan edildi. Tabii, onun kitaplarını yeterince derinlemesine okumamış gazetecilerden bol miktarda vardı, bir tanesi dönüp ona “E, soğuk savaş da bittiğine göre artık ne yazacaksın” diye sordu. Le Carre, “Benim için Soğuk Savaş, 1979’da Karla o çakmağı yere attığında bitmişti zaten” cevabını verdi. 

Sürükleyici olmamak için elinden geleni yaptı ama…

Le Carre soğuk savaştan besleniyordu belki ama yazdığı şey soğuk savaş değildi, kolayca “casusluk romanı” diye nitelenebilecek, sürükleyici öyküsünden başka hiçbir şeyi olmayan kitaplar yazmıyordu.

Hatta tam tersine, o “sürükleyici roman okuru”nu kendisinden uzaklaştırmak için elinden geleni de yapıyordu. Le Carre okurları hemen bilecek: Onun romanlarına başlamak zordur, ilk bölümlerden insan pek az şey anlar. Ama içine girdikçe de çıkamaz hale gelirsiniz.

Le Carre için casuslar ve casusluk mesleği, bir insanlık durumunun en ucunda yer aldığı için çekiciydi. Bize hep o insanlık durumunu, yalan söylemeyi, yalan bir dünyada yaşamayı, bu yalan dünyada yaşarken bile hakikatin peşinde olmayı, ihaneti, hiçbir şeye bağlanamamayı, bağlanınca ölümüne bağlanmayı, kendinden büyük şeyler için fedakarlıkta bulunmayı yazdı o.

Bir büyük yalanın içinde yaşamak

Bakın iki romanını örnek olarak anlatayım:

Başrolünde Sean Connery’nin oynadığı müthiş bir film de yapılan “Russia House”da (Rusya Evi) casus olmakla uzak yakın ilgisi olmayan bir yayıncı ile KGB tarafından her an öldürülmek üzere olan bir Rus roket bilimcinin hikayesi anlatılır. Rus roket bilimci, Sovyetler Birliği’nin sahip olduğu kıtalararası balistik füzelerin hedeflerini vuramayacak durumda olduğunu söylemektedir.

Hatırlayın, dünya bir nükleer güç dengesinde yaşıyordu o zamanlar (bugün de öyle ama artık bu konuyu konuşmuyoruz). Ve eğer taraflardan birinin füzeleri hedefini vuramıyorsa, bu nükleer silahlanma, onca harcanan milyarlarca dolar, onca ideolojik mücadele son derece anlamsız bir büyük şakaydı. Bu “hakikat”in duyulması KGB’nin işine gelmiyordu elbette ama roman bize söyler: Batıdakilerin de işine gelmiyordu. Doğu ve Batı bir olmuş, kendi kurdukları yalan dünyayı sürdürmek istiyorlardı.

İkinci örnek yine bir casus romanından, Panama Terzisi’nden. (The Tailor of Panama). Gözden düşmüş bir İngiliz ajanı, tenzili rütbeyle “sıcak olay yeri” yerine Panama gibi önemsiz bir merkeze tayin olmuştur.

Orada kendi kendine bir “gizli örgüt” uydurur, bu örgüte insanlar bulur, tabii bu arada merkezden para alır, o merkezin gözünde kendini yeniden önemli yapmaya çalışır… Tamamı yalandır, gerçek olsa bile bir önemi de yoktur zaten.

Bunlar, dünya çapında yaşanan, devasa boyutlarda ve milyonlarca insanın gündelik hayatını bire bir etkileyen feci “şaka”lar veya yalanlar.

İsviçre ordusundaki KGB ajanı

Bakın bir de gerçek hikayesi var Le Carre’nin. Yıllar önce İngiliz edebiyat dergisi Granta’nın “Röportaj” özel sayısı için yazdığı, sonra 1991’de kitap olarak da yayınladığı “The Unbearable Peace”te İsviçre ordusundan (evet, yanlış okumadınız, İsviçre) bir subay olan Jean-Louis Jeanmaire’in KGB adına casusluk yapmasının öyküsünü yazmıştı, Jeanmaire ile de hapishanede çok uzun söyleşiler yaptıktan sonra.

Çıkması muhtemel bir “Üçüncü Dünya Savaşı”nda İsviçre’nin ve onun ordusunun ne önemi olabilir? Sıfıra yakın. Ama casusluk öyle bir şey ki, bunu bile önemli hale getiriyor. KGB bu adamın üzerinde yıllarca çalışmış, ondan İsviçre ordusunun sırlarını almıştı.

İsviçre’de Jean-Louis Jeanmaire’i KGB lehine casusluk yapmaya ikna eden KGB ajanı ile Panama Terzisi’ndeki İngiliz ajanın (Filmde Pierce Brosnan canlandırıyordu) ne farkı var?

Veya tamamen başka bir konuda, ilaç devi şirketlerin ilaçlarını Afrika’da denemeleri ve onca hayata mal olmaları hakkında bir roman olan The Constant Gardener’a bakalım.

“Gerçek-ötesi” Trump’la icat olmadı

“Önemsiz” bir Afrika ülkesindeki önemsiz bir İngiliz diplomatın onu aldatan karısı öldürülür. Diplomat bu cinayetin peşine düşer ve kendi “ahlaklı” devletinin de bir parçası olduğu devasa bir yolsuzluğun, bir büyük yalanın ortaya çıkmasına neden olur.

Veya Almanya’daki bir Türk aile ve onların boksör oğluyla açılan “Our Kind of Traitor”a bakın. Aynı yalan dünyayı orada da görürsünüz.

Tam da bu sebeplerle, “gerçek-ötesi” kavramı Donald Trump’ın Amerika’ya başkan seçilmesinden sonra ortaya çıkan bir kavram olduğunu düşünenler için John Le Carre’nin ne hissettiğini hep çok merak ettim.

Çok büyük bir yazardı Le Carre, hayat denen büyük şakayla dalga geçe geçe, iki yüzlülüklerimizi suratımıza vura vura yazdı ve yaşadı.