İçinde bulunduğumuz zamanları B o r d e r l i n e Ç a ğ olarak adlandırmamın sosyolojik, felsefi temellendirmesini yapmam gerekiyor. Bu temellendirme için son yıllarda global bir tanınırlığa ulaşmış iki Alman düşünürün eserlerinden de faydalanmak istiyorum. Bunlardan ilki Andreas Reckwitz.
Reckwitz, Berlin Humboldt Üniversitesinde genel sosyoloji ve kültür sosyolojisi alanlarında çalışan bir sosyoloji profesörü. Özellikle prakseoloji alanına önemli katkılar sağlayan bir düşünür. Prakseoloji, İngilizcede p r a c t i c a l t u r n olarak da adlandırılan bir kültür teorisi. Makrososyolojiden, yani insansızlaştırılmış kuram ve söylemlerden daha ziyade, mikrososyoloji içinde, yani insanın yapıp ettikleri üzerinden – d o i n g c u l t u r e – inşa edilen konstrüktivist bir kültür teorisi olarak tanımlanabilir prakseoloji. Toplumu anlamaya dair açıklamalar yapmaya çalışırken öznenin gözden yitirilmesinin önüne geçmek için önemli bir olanak sunan, fenomenolojik bir bakış olarak görebiliriz Reckwitz’in görüşlerini.
Reckwitz, 18. yüzyıldan itibaren öznenin bir değişim içinde olduğunu, 18. ve 19. yüzyıllardaki şehirli, burjuva öznenin, endüstri çağında çalışan, işçi özneye dönüştüğünü ve 1980’lerden sonra postmodern bir öznenin doğduğunu söylüyor. Bu postmodern öznenin h i b r i d yapısı bir kolaj gibi neredeyse. Bu h i b r i d ö z n e kendini net olarak tanımlayamıyor. Ne hangi sınıfa ait olmak istediğini tam olarak belirleyebiliyor, ne de içinde bulunduğu sınıfa sığabiliyor. Kendini bilmediği gibi, kendinden memnun da değil. Bu özne yönlendirilmiş ve belirlenmiş bir refleksiyon içinde. Ne hayatın kendisi üzerine, ne de kendi hakkında sadece ona has düşünceleri yok, olmasına izin de verilmiyor. Bir anlamda Heidegger’in d a s M a n ı , herkes gibi olanı. B i r i c i k olmaya çalışırken h e r k e s g i b i olan, görünmek isterken, milyonlar içinde görünmesi mümkün olmayana, s ı r a d a n a dönüşmüş durumda. Ama kendisinin sıradan olduğunu da bilmiyor, bilir gibi olduğunda reddediyor ve sınırlara gitmeye çalışıyor. Sınır s a n d ı ğ ı yerlere. (Reckwitz s i n g u l ä r terimini kullanıyor. Ben Türkçede bu kelimenin karşılığı olarak, birebir karşılamıyor olsa da b i r i c i k kelimesini öneriyorum. Bu yazı ve bunun devamı olarak kaleme alacağım diğer yazılarımda biricik kelimesini bu anlamda kullanacağım.)
Orasından burasından çekiştirilen ve b i r i c i k olmaya çalışırken herkes gibi olan bu özne, birbiriyle uyumsuz özellikleri kendine uydurmaya çalışıp uyumsuz bir h i b r i d özne olurken, hem hayata hem kendisine y a b a n c ı l a ş ı y o r . Bir yandan büyüklenmeci bir tutum içine girerken, bir yandan da kendini değersiz hissediyor. Kendi içinde çelişkiler barındıran, kendine de ötekine de güvenmeyen hibrid öznenin iç dünyasında ortaya çıkan bu derin yarılmalar, Borderline kişilik yapısı için tipik olan s p l i t t i n g onun bütün ilişkilerini belirliyor. Kendiyle ve ötekilerle olan ilişkilerini.
21. yüzyılda ne şehirli olmak bir şey ifade ediyor artık, ne de çalışan özne olarak bir şeyler ü r e t m e k. Üreten olmak, gurur duyulacak bir şey değil artık. Geç modern zamanlarda en etkili toplumsal beklenti y a r a t ı c ı l ı k. Reckwitz, bir yaratıcılık iktidarından söz ediyor. Foucault’dan ödünç aldığı bir terim olan d i s p o s i t i f i kullanıyor yaratıcılığın iktidarını anlatabilmek için; y a r a t ı c ı l ı k d i s p o s i t i f i. (D i s p o s i t i v e, Foucault’da, egemenliği sağlamaya yarayan bütün araçları temsil eder. Bunların neler olduğundan ziyade, bu araçların egemenliği nasıl sağladıkları önemlidir Foucault için.)
Bunun ne demek olduğunu daha iyi anlayabilmemiz için sosyal medyada hızla ortaya çıkıp aynı hızla kaybolan i n f l u e n c e r l a r ı n – yaratıcılıkmış gibi sunulan – yapıp ettiklerini düşünebiliriz. Diğer herkesten farklıymış, özelmiş gibi bir şey yaptıkları için öne çıkıyor günümüzün bu hibrid özneleri. Sosyal medyada influencerlara maruz kalan kitle, özellikle gençler neredeyse zorunlu olarak t a k i p ç i oluyorlar, beğenip beğenmediklerinden bağımsız olarak, en azından dışlanmamak için. Ama bu yapıp edilenlerin süreklilikleri olmuyor, çünkü derinlikleri ve herhangi bir dünya görüşleri yok, hibridler çünkü, dolayısıyla B o r d e r l i n e l a r . Sanat alanında, psikolojide, sinemanın star sisteminde, yönetim biçimlerinde kalıcılığı olmayan, hızla parlayıp hızla sönen hibrid özneler: Borderline öznecikler. (Burada Borderline kavramını psikolojik değil, sosyolojik bağlamda kullandığımın altını çizmek isterim. Bireysel değil, toplumsal düzlemde bir analiz çabası içindeyim.)
Aydınlanmanın en önemli kazanımlarından birinin, her şeyi belirleyen üstün ve kutsal bir gücün güdümünden kurtulup, kendi üzerinde söz sahibi olan bireyin ortaya çıkması olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama adına Tanrı diyebileceğimiz bu kutsal ve üstün gücün normlarına göre hareket etmenin rahatlığından kendi olmanın zorluğuna geçişin getirdiği kaygıyla yalnızlaşan a y d ı n l a n m ı ş birey, çözümü zaman içinde farkında bile olmadan teslim olmakta buldu. Toplumsal yapıyı, yaşantıları, ilişkilenme biçimlerini belirleyen baskın pratikler bireylerin belli bir şekilde ö z n e l e ş m e s i y l e sonuçlandı. (Burada, Foucault’un öznenin sınırlılığı tanımına dolaylı olarak atıfta bulunuyorum. Foucault, evrensel bir özne tanımı yapılamayacağını, iktidar-özne ilişkisi içinde ancak sınırlı bir özneden bahsedebileceğini ve iktidarın insanları b e l i r l i bir şekilde özneleştirdiğini söyler. Ben geç modern zamanların insanları yalnızca sınırlı bir özne haline getirmediğini, aynı zamanda onları sınırlara sürükleyip, hayatlarını bir sınır çizgisinde yaşamaya mahkûm ettiğini iddia ediyorum.)
Sonuç olarak topluma uygun, uyum sağlayan, uyum sağlamaya zorunlu özneler inşa edildi. Reckwitz bu özneyi h i b r i d ö z n e olarak adlandırıyor. Ben sözü edilen hibrid öznenin kimi özelliklerini modifiye ederek, onun hibrid yapısının onu sınırlara ve o sınırlarda var olmaya sürüklediğini iddia ediyorum. Bu nedenle de bu öznenin B o r d e r l i n e ö z n e olarak adlandırılmasının daha uygun olduğunu düşünüyorum.
Geç modern zamanların, benim B o r d e r l i n e Ç a ğ olarak adlandırmayı teklif ettiğim bu dönemin, yaratıcı olmaya, biricik olmaya, diğerlerinden ayrılmaya teşvik etme biçiminde olan ö z n e l e ş t i r m e uğraşı ekonomide, iş yaşamında, sosyal medyada olduğu gibi psikolojide, daha spesifik olarak p s i k o t e r a p i d e de baskın yönelim haline gelmiş olması hiç şaşırtıcı değil. Psikoterapist de özneleştirme distositiflerinden azade değil sonuçta. Bu nedenle de bir topluluğun, bir bütünün parçası olmak yerine, ötekini gözetmeden s a d e c e kendi ihtiyaçlarını düşünen, arzularının peşinde koşan biricik özneler olmaya özendiriliyor danışanlar ve hastalar. Sağlıklı ve doğru olanın bu olduğu vazedilerek. Ötekiyle ve ötekilerle birlikte bir dünyada var olmak yerine, öznenin kendi dünyasını inşa etmesi ve bu dünyaya uymayanların dışlanması öğütleniyor geç modern zamanların bireyine. Borderline zamanların Borderline öznesi…
“Sınırlarını koru!”
“Sınırlarının ihlâl edilmesine izin verme!”
“Hayır demeyi öğren!”
Psikoterapi seanslarında sıklıkla ve ezbere söylenen, ne anlama geldiği ne söyleyenin ne de bu söyleme maruz kalanın bildiği öğütler. Yoga yapma, spora gitme, dışa dönük olma, yaratıcı, dolayısıyla biricik olma zorunluluğu yanında toplumsal sınırları da ihlâl etmemesi gereken uyumsuz-uyumlu bir özne olması isteniyor geçmodern zamanların insanından.
Kant’ın, evrensel değerleri benimsemenin ve etik olmanın özgürlüğe giden tek yol olduğunu söylemesinin üzerinde geçen 200 yılda ö z n e için neler değişti de, günümüzün kendini ö z g ü r ve y a r a t ı c ı, dolayısıyla b i r i c i k zanneden ama öte yandan koyu bir yalnızlık içinde kaygı duyan, kendine ve ötekine güvenmeyen, yabancılaşmış B o r d e r l i n e ö z n e s i doğdu?
Bu soruya önümüzdeki yazılarda yavaş yavaş bir yanıt bulmaya çalışacağız.