Alev Ebüzziya Siesbye’ı tanıyan kimle konuşsam inanılmaz bir enerjisi ve müthiş bir aurası olduğundan söz ediyordu. Onun bu etkisi ise benim için çok eskilere dayanıyor. Çünkü ona olan hayranlığımdan ilkokula giderken soyadımı Ebüzziya olarak değiştirmeye karar vermiştim. 25 yıl önce, İstanbul Türk İslam Eserleri Müzesi’ndeki retrospektif sergisini görmek için Tekirdağ’dan kalkıp gelmiş ve onun seramiklerinin büyüsüne kapılmıştım. O sergiden çeyrek yüzyıl sonra, sevgili Nevzat Sayın’ın dostluğu sayesinde yollarımız kesişti. Onu tanıyan herkesin bahsettiği o eşsiz enerji ve güçlü aura, Galeri Nev’in bulunduğu Mısır Apartmanı’nın merdivenlerinden koşarak inerken gözle görülür bir şekilde çevresine yayılıyordu. Eserlerindeki uçucu formların kaynağı belki de tam olarak bu, yani kendisi, gücü, sadeliği, zarafeti ve çekiciliği…
Alev Ebüzziya Siesbye, modern seramiğin dünya çapındaki en özgün ve güçlü temsilcilerinden biri. 60 yıla yayılan üretim serüveniyle eserleri bugün dünyanın 36 farklı müzesinin koleksiyonunda yer alıyor. Anadolu’nun, Mezopotamya’nın, Selçuklu’nun izlerini taşıyan görsel hafızası; Danimarka’da edindiği teknik donanım, onun tutkusu, disiplini ve zarafeti ile birleşince, ortaya eşsiz işler çıkıyor.
Onun seramikleri, izleyicide adeta gözle görülmeyen ayaklar üzerinde duran bir denge ve derinlik duygusu yaratıyor. Zarif, sade, dingin ama aynı zamanda güçlü. Tıpkı kendisi gibi.
Paris’teki atölyesinde yüksek pişirimli toprakla sade ama etkileyici formlar üreten Alev Ebüzziya, sadelikteki disiplini ve tekrardaki anlamı eserlerine yansıtıyor. Hep daha iyisini yapmak için çalışıyorum derken Ebüzziya’nın bugünkü seramiğe bakışı da dikkat çekici ve eleştirel: “Bugün seramik bir meslek değil, terapi haline geldi” diyor.
Galeri Nev’de açılan ve 28 Mart 2025’e kadar sürecek yeni sergisi için İstanbul’a gelen Alev Ebüzziya Siesbye ile sadelikle kurduğu ilişkiyi, form ve sırla süren yolculuğunu, neden hep çanak yaptığını konuştuk.
Ancak insan bu sergiyi gezerken şu soruyu sormadan edemiyor: 60 yıllık bir sanat hayatı, dünyanın dört bir yanında 36 farklı müzenin koleksiyonunda yer alan eserler, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü ve sayısız uluslararası takdir… Peki, tüm bunlara rağmen Türkiye’de neden yalnızca Arter’de eserleri var? Arter dışında hiçbir müzede Alev Ebüzziya’nın eserlerine rastlamamak tuhaf değil mi? Bu, sanatçının yalnızlığı mı, yoksa bizim kültürel bir ihmalkârlığımız mı?
Cevabını ben bulamadım…
Ama sormaya devam etmek gerekiyor.
Neden Alev hep çanak yapıyor? Daha iyisini yapmak için!
-Maviler, turkuazlar, kırmızılar, sarılar, siyahlar bu kez beyaz ve mor, bu serginizde bize ne anlatıyorsunuz?
A.E: Her serginin farklı olmasını istiyorum. Sürekli sır denemeleri yapıyorum yeni sırlar çıkınca yeni sergiye hazırlanmama yardımcı oluyor. Ayrıca renk ihtiyaçtır, her zaman bir renge yakın hissetmezsin kendini, renk acıkmak gibidir, bir önceki sergimde siyahlar vardı. Bir galeride sergi açmakla müzede sergi açmak arasında anlam farkı vardır. Bir galeride yeni işlerinizi gösterirken, bir müzede sergi açmak farklıdır. Bana hep çanak yapıyor diye eleştiride bulunuyorlardı oradan tekerrüre vardım ve Arter ’deki ‘Tekerrür’ sergisini onun üzerine kurdum. Orada formları ve renkleri minimale indirdim, aynı çanağın 4-5 halini birden gösterdim. Ben hiçbir zaman kendimi sanatçı olarak tanımlamadım. Ağır işçiyim dedim. Alev niye hep çanak yapıyor? Daha iyisini yapmak için!
-Yaptığınız eserlerin sadeliği nedeniyle Danimarka sanatından esinlendiğiniz düşünülür bu doğru mu?
A.E: Tam tersi benim kaynağım Anadolu ve ben bu etkiyi Danimarka’ya götürdüm. Danimarka’yı ben etkiledim. Önceleri buna itiraz ediyorlardı ama sonra kabul ettiler. Onlar her şeyi Danimarka’da öğrendiğimi zannediyorlardı özellikle de sadeliği ama bu doğru değildi. Biz Anadolu’yu Mezopotamya’yı, Hitit’i, Mısır’ı bilen insanlarız. Bizim toprağımızdaki kültür birikimi müthiş bir şeydir. Danimarkalılar bunu bilmediği için benim sadeliği orada öğrendiğimi sandılar. Ama orada da görmeyi öğrendim, kaliteyi öğrendim.
-İlk serginizi 1971 yılından Birkdam Galeri’de açmışsınız yaklaşık 54 yıl olmuş, ne değişti hayatınızda?
A.E: Farklıyım tabi ki. İşlerimin değişimini görüyorum. Bugün daha güçlü bir bakış açım var.
-Nasıl bir ailede büyüdünüz? Büyük dedeniz Ebüzziya Tevfik de seramik yaparmış.
A.E: Büyük dedem çok yetenekli çok becerikli bir insandı. Çok güzel resim yapardı, halı dokurdu, seramik yapardı, çok iyi bir marangozdu. Oğlu Talha ile Konya’ya sürgüne gönderilmişti orada halı dokumasını öğrenmiş, ancak hep muhalif olduğu için halının üzerine tenkit edici sözler dokumuşlar, böyle ilginç bir aile. Muhalif oldukları için gazeteleri kaç kez kapatılıyor. Annem Kafkasyalı bir aileden, buraya gelmişler, çok hoş çok keyifli bir aileydi ama sürgünden geldikleri için o hüznü de taşırlardı. Küçüklüğümde evimiz Cihangir’deydi yazları Yeşilköy’de geçerdi. Babam The Great Gatsby gibi bir insandı, sürekli meşgul, düşünen, fikir üreten, yenilikler icat eden, müthiş bir estetik bakışı vardı.
Füreya Hanımdan tek bir şey öğrendim
-12 yaşında Londra’ya gidiyorsunuz orada okumuşsunuz, siz mi istediniz oraya gitmeyi?
A.E: Biz küçükken Fransızca öğrendik, burada İngiliz okuluna gidecektim, ancak Londra’da daha hızlı ve çabuk öğreneceğim için beni İngiltere’ye yolladılar. Nefret ettim, oradan nefret ettim! Sert bir kız okuluydu hayatım en mutsuz 3 yılını orada geçirdim.
-Füreya Hanım’ın atölyesinde bulunmuşsunuz, öğrencisi mi oldunuz?
A.E: Füreya Hanım’ın öğrencisi olduğum yazılır ama bu doğru değil. Sene 1957-58 ailem Füreya Hanım’ı tanırdı, bende lise sınavlarına hazırlanırken onun atölyesine yardıma giderdim. Ama Füreya Hanım hiçbir şey öğretmezdi bize, ben haftada birkaç kez giderdim, o yıllarda Füreya Hanım Brüksel fuarına fincan yapıyordu, bizim bazı görevlerimiz vardı o fincanların altını zımparalamak, küpteki suyu değiştirmek veya Divan’dan pasta alıp çayı hazırlamak gibi. Füreya Hanım’ın atölyesinde elim çamura bile değmemiştir. Ama orada çok daha önemli bir şey öğrendim, atölye hayatını! İstediğini yapıyorsun, Klasik müzik çalıyor, çay vakti Cevat Şakir, Ahmet Hamdi Tanpınar, Bedri Rahmi Eyüboğlu geliyor. Bunları görünce ben böyle yaşamak istiyorum dedim. Ve üniversite okumaktan vazgeçtim. Ama o atölyede seramiğin s’sini bile öğrenmedim. Füreya Hanım’ın hoşluğu, çalışırken konsantrasyonu, aile üyeleri, konuklarıyla çok hoş bir ortamdı o atölye. O atmosferi görünce “Ben böyle yaşamak istiyorum” dedim ve üniversite okumaktan vazgeçtim.
-Paris’e taşındığınızda nasıl bir sanat ortamı vardı?
A.E: Önce Kopenhag’a gittim sonra Paris’e geçmem 80’lerde oldu atölyemi de taşıdım. Çocukluk arkadaşım Nil Yalter oradaydı. Komet vardı, Sarkis vardı. Birçok arkadaşım vardı. O dönem Ileana Sonnabend Paris’e Pop-Art’ı getirmişti ve East Coast, West Coast’daki, İspanya’daki genç sanatçılar, tiyatrocular Paris’e gelmişti. Jack Lang Kültür Bakanı o dönem, müthiş güzel bir Paris vardı. Sonra o ortam yok oldu, Fransızlar yabancıları kıskandı ve küstürdüler yabancı sanatçıları, onlar da Paris’ten ayrıldı.
-Paris’de nasıl karşılandı işleriniz?
A.E: Benim gittiğim yıllarda Fransa’da seramiği bilmiyorlardı seramikçiyim dediğimde banyomun fayansını tamir eder misiniz, porselen bebeğim kırıldı tamir eder misin diyorlardı. Paris’te Eski Çin, Kore seramiğini bilirlerdi ama modern seramiği bilmiyorlardı, modern seramik oldukça zavallı bir durumdaydı. Seramiğin hiç önemi yoktu o dönem ama ben Paris’e giderken bunu biliyordum. Bu beni hiç korkutmadı çünkü başka ülkelerdeki galerilere bağlıydım. Bugün seramik meslek olmaktan çıktı bir terapi haline geldi. Herkesin eli çamurda, herkes bir şeyler üretiyor, bugünkü bolluk da kötü eserlerin yapılmasına sebep oluyor.
Türkiye’de seramik değil çini yapılır
-Aslında İlhan Koman’ın öğrencisi olup heykeltraş olmak istemişsiniz?
A.E: Filoloji okumak istiyordum ama Füreya Hanım’ın atölye ortamını görünce akademiye gitmek istedim. İlhan Koman akademiye gelmedi ben de Hadi Baran’ın öğrencisi oldum. Ancak 2 yıl okudum, akademiyi bitirmedim oradan Almanya’ya gittim. İşçi olarak 2 yıl fabrikalarda çalıştım. Orada yaşadıklarım hayatımın en önemli tecrübelerinden biri oldu. İşçilerle oturup yüzlerce vazo boyamak, tuvaletleri temizlemek, o deneyim bana çok şey öğretti. Fabrika işçisi olmak bana çok şey kattı sonra fabrikalarda dizaynır olarak çalıştığım fabrikalarda bana çok yardımcı oldu.
-Danimarka’daki yüksek pişirimli toprakla karşılaşmışsınız bunun sanat hayatınız için önemi nedir?
A.E: Bizim ülkemizde yüksek pişirimli seramik yok, Çekya’da porselen var, Kore’ye kadar o cins toprak yok, olmayınca tabii bizim böyle bir geleneğimiz yok. Bizdeki çini geleneğidir. Türkiye’de kırmızı toprak vardır. Bir süre onunla çalışmıştım. Osmanlı’da form çok azdır, benzer şekilde Şelçuklu’da da öyle ama çok eşsiz işler vardır, İran’da daha çok form vardır. Ben Danimarka’da ilk kez yüksek pişirimli toprakla karşılaştım. Çalışırken anladım ki benim yaptığım, yapmak istediğim işler o toprağa uygun değildi. Her toprağın dili vardır. Her topraktan her şey yapılmaz. Kullandığınız malzemenin, sırrın, desenin sizin el yazınız gibi olması gerekir. Yaptığınız işin size dönüşmesi gerekir. Kendi kişiliğinizi yaptığınız eserde ortaya koymanız gerekir. Ancak bu zaman alan bir süreçtir.
-Çalıştığınız malzemenin her adımını siz mi yapıyorsunuz?
A.E: İşinize uygun toprağı seçmek, sır yapmak son derece zahmetli bir iştir. Bundan birkaç sene önce siyah sır çalışmak istedim, tam 2 sene uğraştım 4-5 tane siyah sır elde etmek için. Bugün artık istediğiniz her malzemeye ulaşabiliyorsunuz ama bu bolluğun içinde ne yaptığınız önemli, bu bolluğun içinde kendi kimliğinizi oluşturmak için işlerinizi birçok süzgeçten geçirmek gerekir.
Sevilmek, beğenilmek çok ama taşıması zor
-Bir gün sizi İstanbul’da yaşarken görecek miyiz?
A.E: Maalesef, atölyem Paris’te, orada kurulmuş kocaman bir network var, her şeyim orada. Benim mesleğimde yer değiştirmek kolay değil, çünkü atölyeye bağlısınız bu da hareketinizi kısıtlıyor. Ayrıca Paris’te çok mutluyum, sadece teknik bir durum değil yani.
-Siz seramik yaparken arka fonda ne çalar?
A.E: Klasik müzik çalar özellikle Bach, caz çalar, ancak çok yoğunlaşmışsam hiçbir şey çalmaz. Yani mekanik bir şey yapıyorsam müzik dinleyebiliyorum çok konsantre isem imkânı yok müzik dinleyemem.
-Alev Ebüzziya’nın duvarında kimin eserleri var?
A.E: Ben çok biriktirici değilim ama duvarımda Nil Yalter, Albert Bitran, Ömer Uluç var son olarak Gökhun Baltacı aldım.
-Güncel sanatı, dijital sanatı takip ediyor musunuz?
A.E: Elimden geldiği kadar hepsini takip ediyorum. Dijital sanatı da takip ediyorum.
-Kiminle konuşsam sizin müthiş enerjinizden ve auranızdan, çekiciliğinizden bahsediyor, nasıl karşılıyorsunuz bunu?
A.E: Sevilmek, beğenilmek tabii ki çok hoş ama taşıması çok zor. Müthiş bir sorumluluk da getiriyor bu ilgi, ama benim için önemli olan benim için ne düşündükleri değil işimin ne dediği, işimin nasıl olduğudur.
-Bugüne kadar kaç eser yaptınız?
A.E: Senede atölyemden 25-30 eser çıkıyor. Bir yazıda müzelerde 2000 işimin olduğu yazıldı çok büyük palavra! Hesabı siz yapın.
İyi bir çaydanlık kötü heykelden iyidir
-Danimarka’da heykeltıraşlara verilen bir ödül ilk kez size verilmiş.
A.E: Danimarka’da sadece heykeltıraşlara verilen bir ödül bana verildi. Yaptığım işlerin heykel olarak algılanması beni çok gururlandırdı. Çanaklar heykel olarak algılandı. İyi yapılmış bir çaydanlık kötü yapılmış bir heykelden daha değerlidir. Sadi Diren zamanında Güzel Sanatlar Fakültesine seramik bölümüne ziyarete gitmiştim, bir baktım heykel yapıyorlar sadece, siz hiç kullanışlı eşyalardan yapmıyor musunuz dedim, hayır biz sanatçıyız dediler. Otur da bir çaydanlık yap bakalım, işi öğrenmek istiyorsan temel formları es geçemezsin gidemezsin. Nasıl desenden geçerek ressam olunabileceği gibi. Türkiye’ye modern seramik Sadi Diren zamanında Alman tertibi ile gelmiştir. Çünkü Sadi Bey Alman tertibindendir, Almanya Höhr-Grenzhausen’dan gelmiştir. İyi olmayan sırlarla kalitesiz bir şekilde girdi seramik Türkiye’ye, modern seramik Japonya’dan veya Danimarka’dan gelseydi çok daha değişik yerlere varılabilirdi.
-Öğrenciniz var mı?
A.E: Hiç öğrencim olmadı çünkü hiç vaktim yok. Üniversitelere konuşmaya gidiyordum ama artık ona da hiç vaktim yok. Öğretmenlik çok vakit alan bir şey hem öğretmenlik hem yaratıcılık ikisini bir arada yapmak imkânsız benim için.
-İstanbul’daki serginizden sonraki serginiz nerede?
A.E: Mayıs ayında New York’ta Salon 94’te yeni bir sergim olacak. Hatta işler gitti bile, son iki yıl çok yoğun bir çalışma dönemi oldu benim için. Son sergilerim Belçika’da Pierre Marie Giraud’da, Paris Fondation Cartier’de, şimdi İstanbul Galeri Nev’de, sonra New York’da böyle devam ediyor. Hayatımın çok yoğun bir dönemdeyim, çok sergim var.
Fotoğraflar: Haldun Dostoğlu