Bu ülkenin hakim ve savcıları, Beşiktaş Adliyesini unutmayın
21 Mart 2025

Önceki sabah, sanki bir 12 Eylül sabahı psikolojisi yaşarken, hafızam beni bir mahkeme salonuna götürdü.
2009 yılında gördüğüm bir mahkeme salonuydu orası.

O gün öğle yemeğinde dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın misafiriydim.

Anayasa Mahkemesi’ne ilk defa ayak basıyordum.

Neden derseniz, Anayasa Mahkemesi’nin 12 Eylül darbesinden sonrasında bir sendikanın el konulan binasında görev yapmasını hiç içime sindirememiştim.

Buraya mahkeme demek yanlış

Şimdi Mahkeme yeni bir binaya taşınmıştı ve ben de Türkiye’nin en üst yargı kurumunu   çok merak ediyordum.

Haşim Kılıç’ı başkan yardımcılığı döneminden beri yakından izliyordum.

Benim üzerimde hep çağdaş, ilkeli ve vicdan sahibi bir insan izlenimi bırakmıştı.

Bir zamanlar söylenen “Ankara’da hakimler var” sözünün sembolüydü sanki.

Yemekte güzel bir sohbet yaptık.

Bize, dünyada anayasalarla ilgili yeni eğilimler hakkında bilgi verdi.

“Bu kuruma Anayasa Mahkemesi demek yanlış. Biz dar anlamda hukuki bir yargılama yapmıyoruz. Anayasa Konseyi gibi bir ifade daha iyi olur” demişti.

İlk dikkatimi çeken şey duvarda yazılı cümle

Ama o günden asıl aklımda kalan başka iki şey vardı.

Ama binada beni en çok etkileyen yer, Yüce Divan olarak tasarlanan salon oldu.

Unutamadığı iki şeyi işte o salonda gördüm.

Salona yukardan girdik.

En üstte, açık bir hilal şeklinde Yüce Divan’da hákim olarak görev yapan heyet üyelerinin oturduğu koltuklar vardı.

İlk dikkatimi çeken şey duvarda yazılı sözdü.

Mahkemelerde “Adalet Mülkün Temelidir” yazıyordu.

Ama bu salonun duvarında şu yazılıydı:

“Haklar ve özgürlükler, insanlığın onuru ve erdemidir.”

Önceki sabah itibarıyla milletçe kaybettiğimiz iki şey

Burası vatandaşın “Hak ve özgürlüklerini” arayacağı yerdi.

Yazı hala o duvarda duruyor mu bilmiyorum.

Ama önceki sabah itibariyle o yazıda yazılanları milletçe kaybettiğimizi söyleyebilirim.

Hakimler yukarıda savcılar aşağıda, hakkını savunanların hizasında

Sonra, Haşim Kılıç’ın söylediği bir sözle beni şaşırtan ikinci çok önemli şeyi farkettim.

Kılıç, “Bu oturma düzeninin normal mahkemelerden önemli bir farkı var” dedi.

Anlamadığımı görünce devam etti:

“Normal mahkemelerde savcılar hákimlerin sırasında oturur. Burada savcılar bir kademe aşağıda, savunmanın tam karşısında oturuyor.”

Neden?

“Çünkü iddia ile savunma eşittir.”

Savcının iddiası savunmanın sözünden kıymetli değil

Çok basit gibi görünen ama çok çarpıcı bir tespit değil mi?

Aslında gerçek adaletin hüküm sürdüğü ülkelerde normal mahkemelerde de aynı oturma düzeni vardır.

İddia sahibi savcılar, onların iddiasına karşı kendini savunan insanlarla aynı hizadadır.

Çünkü yukardaki hakimler karar verinceye kadar savcının iddiası, kendini savunan insanınkinden daha kıymetli değildir.

O nedenle duruşma mahkeme salonunda yapılır.

Savcı iddiasını ortaya koyduğu zaman sanık da orada kendini savunur.

Artık duvarda şu yazıyormuş bu yazıyormuş önemi kalmadı

Sonra kendime geldim.

Yargının bu kadar siyasallaştığı, iktidarın bu kadar yörüngesine girdiği bir dönemde, o gün gördüklerimin artık hiç bir önemi kalmamıştı.

Bu kadar siyasallaşmış bir yargıda savcı nerede oturmuş hakim nerede oturmuş…

Duvarında ne yazıyormuş…

Ne önemi vardı ki…

Bir daha o salonu hiç düşünmemeye  karar verdim…

Dün bir de İstanbul’daki başka bir binayı hatırladım

Doğru düşünmüştüm.

Dün baktım, başta TRT olmak üzere iktidara yakın bütün medya FETÖ’nün Silivri mezalimi dönemindeki bir uygulamaya tekrar başlamış.

Daha ifadeleri bile alınmayan insanlarla ilgili bütün suçlamalar tek yanlı olarak medyayla sızdırılmış ve ağır bir devlet propagandası halinde yayınlanıyor.

Daha ifadeleri alınmadan bile bu insanlar karalanmaya başlanmış ve cezaları şimdiden verilmiş.

Aynı medya o zaman da aynı şeyi yapmıştı.

Bir zamanların Beşiktaş Adliyesi geldi gözümün önüne.

O binada insanlara yapılan haksızlıklar, kurulan kumpaslar, rezillikler geldi gözümün önüne.

O savcı ve hakimlerin bu ülkeyi nerelere sürüklediğini hatırladım.

“Yazık” dedim.

“İnşallah aynı yanlışlar tekrar edilmez.”

Yapmayın arkadaşlar, sizin Yakup Cemillik yapmanıza gerek yok

Bir de iktidar medyalarındaki arkadaşlara sözüm var.

Diyeceğim tek şey şu…

Yapmayın arkadaşlar, geçmişte bunun çok acısını çektik.

Çok utandı bir çok meslektaşımız o binadan kendilerine servis edilenleri hiç düşünmeden kullanarak.

O dönem çok haksızlıklara neden oldu.

Herkes zararını gördü bunun…

Bunun 15 Temmuz’a giden sonuçlarını hep birlikte gördük.

Siz bırakın, yapmayın…

Nasılsa yukarlarda “Siyaseten katl” kararı verilmiş.

Sizlerin “Yakup Cemillik” yapmasına gerek yok.

Almayın bu utancı üzerinize…

Bundan 75 yıl önce Tek Parti dönemi Cumhurbaşkanı’nın mertliğini görmüştük

Bugün “Milli Şef” diye yerden yere vurdukları İsmet İnönü, Türkiye’yi tek parti döneminden çok partili hayata geçiren 1950 seçiminde hiçbir rakibinin önünü böyle yargı yöntemleriyle, sakil diploma oyunları ile  kesmeye kalkmadı.

Adil bir yarış oldu.

Ve muhalefetin en güçlü iki siyasetçisi, rahmetli Adnan Menderes’le, Celal Bayar iktidara geldi.

22 yıl önce yine bir Mart gününde siyasette ‘fair play’ ve mertlik nedir görmüştük

Örnek 2;

28 Şubat döneminde Erdoğan’a verilen hapis cezasından sonra “Muhtar bile seçilme”  yolu kapanmıştı.

Onu, bugün yolunu kesmek için her türlü yola başvurduğu CHP kuyudan çıkarmıştı.

Erdoğan 22 yıl önce, yine 14 Mart 2003 günü,  CHP’nin ona açtığı seçim yolu sayesinde, Siirt’ten seçilerek partisinin başında hak ettiği başbakanlık koltuğuna oturmuştu.

Buna siyasette “Mertlik” denir.

Türk siyasetine, Çetin Altan’ın deyimi ile “Pusu geleneğimizin” geçersiz kılındığı mertçe bir davranış olarak geçmiştir.

Siyasette pusuculuk kimseye şeref getirmez.

ÇOK OKUNANLAR