Toplumun en özgür, en rahat, en huzurlu görünen kesimi kim biliyor musunuz?
Kötüler, cahiller ve ahmaklar.
Onlar için hayat, anlamak zorunda oldukları bir denklem değil. Dünyada olup biteni kavramak bir yana, dibinde yaşananlardan bile habersizler. Bilgiyle kurdukları bağ, kulaktan dolma söylentilerle sınırlı.
Sorgulamazlar; çünkü sorgu, algı gerektirir. Algı ise emek ister. Okuyacaksın, düşüneceksin, yanılacaksın, tekrar düşüneceksin… Onlar bunun yerine en az efor gerektiren yolu seçer. Telefon ekranında kaydırılan anlamsız videolar, zihnin tek uğraşıdır. TikTok’un gülme garantili saçmalıkları, dünyayı anlamaktan çok daha cazip gelir.
Ve siz iyi niyetle bir şey anlatmaya kalktığınızda, duvardan ses gelir ama onlardan gelmez.
Bazen sessizce geçiştirirler, bazen küçümserler. En iyi bildikleri savunma mekanizması, sizi ajite etmektir.
Hazır cevapları vardır:
“Biz görmedik.”,
“Biz okumadık.”
“Ne bilelim?”
“Bizim imkânımız yok, biz fakiriz.”
Ama işin ironik tarafı, bu “fakir” tanımı çoğu zaman sahte bir kılıftır. Yüzde 60’ının devlet arazisine yapılmış bir gecekondusu, üzerine çıkılmış iki katı, memlekette bağı bahçesi vardır. Köyünde zeytinliği, şehirde kira geliri… Hatta senden benden daha tuzu kuru ama mağdur edebiyatını da en iyi onlar yapar.
Kenarda 300 USD’si var diye sevinen; beş çeyrek altını olduğu için kendini güvende hisseden…
Oysa Çanakkale’den İzmir’e, Mersin’den tüm Türkiye’ye; ortalık yanıyor.
İzmir bölgesinde, özellikle Seferihisar, Menderes, Kuyucak ve Doğanbey’de haziran–temmuz aylarında çıkan orman yangınları nedeniyle 50.000’den fazla kişi tahliye edildi, Adnan Menderes Havalimanı kapandı, binlerce ev, tarım alanı ve ormanlık bölge yok oldu.
Çanakkale’de, rüzgârla büyüyen yangınlar yüzünden yüzlerce kişi tahliye edildi, havalimanı ve Çanakkale Boğazı geçici olarak kapatıldı; yangın kısmen kontrol altına alınsa da risk hâlâ devam ediyor.
Eskişehir/Seyitgazi’de ise temmuz ayında çıkan yangında beş itfaiyeci ve beş AKUT gönüllüsü hayatını kaybetti, on dört kişi yaralandı.
İnsanlar açlıkla sınanıyor. Hayvanlar yanıyor, katlediliyor. Kadınlar öldürülüyor. Çocuklar… taciz, tecavüz ve cinayet haberlerine konu oluyor.
Ve tüm bunların ortasında hâlâ dünyayı yalnızca kendi mutfağındaki tencerenin kaynamasıyla ölçen bir kitle var.
Bilgiye ulaşmak, tarihte hiç olmadığı kadar kolay. Birkaç dokunuşla dünyanın kütüphanelerine erişmek mümkün. Ama onlar için telefon, öğrenmenin değil, oyalanmanın aracı. İnsan merak eder; bu kadar kolay ulaşılabilen bilgiye sırtını dönmek nasıl bir konfor alanıdır?
Bir de bu kesimin bir başka “özgürlüğü” var: Sorumluluk duygusundan muaf olmak.
Çünkü bilmeyen, anlamayan, sorgulamayan; yanlış giden hiçbir şeyden kendini sorumlu hissetmez. Onlar için hayat, kendi küçük çemberlerinden ibaret. Ne ülkedeki adalet, ne çocukların eğitimi, ne hayvanların açlığı, ne iklimin çöküşü… Bunlar ancak televizyonda alt yazı geçtiğinde fark edilen, iki dakika sonra unutulan “arka plan gürültüleri”.
Ve biz…
Fark edenler, bilenler, düşünenler… Kimi zaman bu duyarsızlığa sinirlenir, kimi zaman bu umursamaz mutluluğa imreniriz. Çünkü bilmek, görmek ve anlamak; insanın sırtına ağır bir yük bindirir.
Üremekte çok seri, fakat doğurduklarının geleceğiyle ilgili tek bir endişe taşımayan…
Anksiyeteye, panik bozukluklara, uykusuz gecelere çok uzak; şahane bir yaşam sürüyorlar.
Hiç kınamıyorum. Tam tersine, bunu kıskançlıkla ve biraz da harislikle söylüyorum.
Kötüler, cahiller ve ahmaklar o yükü hiç taşımadıkları için belki de bizden daha huzurlu görünürler.
Ama unutmayın, toplumun çürümesi sessizlikle başlar.
Bilginin, merakın ve sorgunun olmadığı yerde, yanlış büyür; doğru susar.
Ve biz sustuğumuzda, ses her zaman onlardan çıkar.
Gürültülü, cahil ve özgüvenli…