Sinema tarihi boyunca 4-5 “Saba Melikesi Belkıs” filmi yapılmış.
En ünlüleri sayılan, Yul Brynner’in Kral Solomon’u (Süleyman), Gina Lollobrigida’nın Melike Sheba’yı (Saba Kraliçesi) oynadığı 1959 yapımı filmi gördüğümü hatırlıyorum.
O yeni yetme yaşlarda, eski Yemen’in efsanevi zenginliğini, baharat ve tütsü yollarının ihtişamını; altın sarayların altın tahtlarını ve bilgece sorularıyla tarihe geçen, Kudüs’e gittiğinde Kral Süleyman’ın bilgeliğini sınayacak kadar özgüvenli; kendi ülkesinde ise hem siyasetin hem ticaretin hem de kültürün merkezinde; Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da adı geçen bir kadını değil, muhtemelen, o yıllarda dergilerdeki sıkça fotoğraflarından tanıdığım bir İtalyan aktrisi seyretmek için gitmişimdir.
Bir zamanlar antik dünyanın gözünü kamaştıran Yemen, mür ve günlük ağacı akısının kokularıyla dolu baharat yollarından geçerek, Saba Kraliçesi’nin efsanelerinden, bugünkü küresel yıkımın savaş dumanından tütsülerine ulaştı.
Arap Yarımadası’nın güney ucunda, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’na açılan kapıda duran o topraklar, kadim çağlarda olduğu gibi bugün de harisliğin gözünü kamaştıracak, bizim ülkemiz gibi bir kavşak noktası.
O eski uygarlıkların tütsüleri, bir zamanlar Mısır tapınaklarında, Yunan ve Roma’da yaşanan ritüellerde mistik kokularıyla göğe yükselirmiş.
Bugün ise, onlar yerine, ele geçirme gözü dönmüşlüğünün dumanları var.
Bir zamanlar baharatın ve ipek yollarının stratejik merkezinde bulunan topraklar, şimdi petrol yollarının, deniz ticaretinin ve küresel jeopolitiğin en göz dikilmiş halkaları.
Son on yılda, Yemen’in yalnızca bir iç savaşın değil, aynı zamanda küresel güçlerin acımasız çatışma alanına dönüşüşü bu yüzden.
Bir yanda yerel aktörler, diğer yanda bölgesel rakipler ve onların arkasında büyük devletler.
Çocukların hunharca öldürüldüğü, kentlerin yerle bir edildiği Yemen, aslında tarih boyunca süregelen bir gerçeğin bugünkü yüzü:
Stratejik konum, kimi zaman halka refah getiriyor…
Kimi zaman da büyük bir felaket.
Bunu unutmamak lâzım.
Yemen’in dağ köylerindeki bazı taş evler, hâlâ dimdik durarak bize büyük dersi hatırlatıyor. Direnebilmek.
Yemen artık geçmişin ihtişamıyla değil, bugünün vahşice kapışmalarıyla gündemde. Üstelik direnmek zorunda olduğu küresel kavganın yegâne arenası da değil.
Belki de en acı çelişki de şu:
Bir zamanlar dünyanın en değerli aromaları Yemen’den yayılır, kadim medeniyetlerin ruhuna iyi gelirmiş.
Bugünse, aynı topraklardan, gene bazı uygarlıkların elinden çıkma dünyanın en büyük insanî krizlerinden birinin dumanları yükseliyor.
Ama o taş evler hâlâ orada ve gösteriyorlar ki, uygarlıklar yalnızca krallıkların ve zenginliklerin değil, aynı zamanda hayatta kalma direncinin ürünü.
Geçen hafta Yemen’de isyancı Husilerin kurduğu hükümetin başbakanı Ahmed Galib Rehavi’nin İsrail hava saldırısında öldürüldüğü açıklandı.
İran destekli Husiler, geçen Perşembe günü Yemen’in başkenti Sana’yı hedef alan saldırıda başka bakanların da öldürüldüğünü duyurdu.
Suudi Arabistan merkezli Al-Hadath haber sitesi, saldırıda Husilerin dışişleri bakanı, adalet bakanı, gençlik ve spor bakanı ve çalışma bakanının da öldürüldüğünü aktardı.
İsrail ordusu ise saldırı sonrası, Sana’daki “askeri hedeflerin” vurulduğunu açıklamış ancak detay vermemişti.
Bildik değil mi?
2018’de de, Yemen’in ilk yerli yapım filmi “Düğünden 10 Gün Önce” Oscar’a aday seçilmişti.
En iyi yabancı film dalında yarışan film, Yemen savaşı sırasında hayatı alt üst olan iki gencin hikayesini anlatıyordu.
Yemen, son on yılda yoksullukta bir iyileşme kaydedemedi; yoksulluk oranı %37–38 ve yoksunluk yoğunluğu %50’nin üzerinde kaldı.
Kırsal kesimde nüfusun %51’i açlıkla mücadele ediyor.
UNICEF’e göre 5 yaş altı çocukların yarısı ve 1,4 milyon hamile veya lohusa kadın yetersiz beslenme riski taşıyor.
Yaklaşık 17 milyon Yemenli şiddetli gıda güvencesizliği yaşıyor; acil beslenme yardımı çağrısıyla birlikte uluslararası destek azalmış durumda.
Yemen’de sağlık sistemi çöktü. %40 oranında sağlık tesisi kısmen ya da tamamen çalışamaz durumda. Yalnızca beşte biri, anne ve çocuk sağlığı hizmeti sunabiliyor.
Her iki saatte bir kadın, neredeyse tamamen önlenebilir nedenlerle doğum sırasında hayatını kaybediyor.
2025’te yaklaşık 6.2 milyon kadın ve kız çocuğu, cinsiyete dayalı şiddet riski altında.
Kırsal alanların %90’ından fazlasında bu tür şiddeti engelleyecek veya müdahale edecek hizmet yok.
Sonuçta Oscar’a layık görülmemesine şaşırmayacağımız o filmin yönetmeni Amr Cemal, bir savaşın tam ortasında film çeken biri. Dekorlar önünde değil.
Tek hedefi, doğup büyüdüğü şehirde yaşayan ve bir parçası olmadıkları bir savaşın mahvettiği insanları tüm dünyaya göstermekti.
Amr Cemal, “Yemen’deki tüm sinema salonları yıkıldı. Bu yüzden filmi ‘düğün salonunda’ gösterdik” dedi.
Modern imparatorluklar ise, biliyoruz. ‘kendi tütsüleriyle’ meşgul:
Borsaların sayıları, petrol fiyatlarının grafikleri, ekranlarda akan benzer görüntüler, silahlanma, yeni hikâyeler, Hollywood işi oyalamalar, vs…
Her biri çağın nahoş bir kokusunu yayıyor.
Ve o kokuların arasında açlık ve sefalet kayboluyor.