Vicdanın tutanağı geç de olsa kendini gösteriyor.
Zaman, insanın kendine yaptığı yanlışları gizlemiyor; onların ortaya çıkması olsa olsa gecikebiliyor.
Yanaşma Kültürü, sonunda yegâne ‘Varlığını Sürdürme’ stratejimiz mi oldu, her gün gördüğümüz bu mu?
Bu topraklarda “Yanaşma Kültürü” (güçlüye, geçerli olana yamanma, yılışma, dalkavukluk, ‘hamili kart yakınımdır’ ilişkileri, vs.) bir ‘yaşam biçimi’ olmanın ötesinde, tarihsel-sosyolojik-ekonomik kökleri olan, değişerek devam etmiş bir ‘kültürel form’.
Güvelik arayışı olarak, Yanaşma ile liyakatın yerine geçmiş, imtiyaz ve çıkar karşılığında güçlüye gösterilen sadakat ve onun üzerinde üzerinden kendini konumlanma vakaları belli ki git gide yaygınlaşmış durumda.
‘Adamını bulmanın’ Osmanlı’da ‘fiili bir kariyer stratejisi’ olduğu zaten öteden beri yazılır, çizilir.
Ama artık bu sadece parasal ya da siyasal bir olgu değil.
Daha berbatı, bu tutumun taraf’ı filan da kalmadı.
Farklı görüşlerde kendini ısrarla belli eden bütün yanaşmalar handiyse birbirinden farksız.
Başta medya, akademi, sanat, iş dünyası, sivil toplum gibi tüm alanlara yayılmış bir ilişki kurmanın örneği gibi hepsi.
‘Kim olursa olsun yeter ki benden olsun’ kafasının, karpuz seçer gibi farklı kenarlara ite ite, bizi getirdiği durum bu.
Yanaşma Kültürü, patrimonyal devlet yapısından, onun kalıntılarından geliyor.
Çünkü bunların Osmanlı’daki kökeni, Patrimonyalizm (Himaye sistemi) ve Kapı Kulluğu’ydu.
Devlet kaynaklarına erişim, padişah ve vezirlerin kapısına yanaşma ile mümkündü.
Daha ilginci, Şairler padişah ve paşalara kasidelerle yanaşır, karşılığında himaye alırdı.
Sonuçta ‘güce yakınlık’, meşru hak ve liyakatten daha etkili bir varolma mekanizması haline geldi.
Zaman içinde neredeyse yönü önemsiz toplumsal bir refleks oldu. Kimileri için, daldan dala sıçrayarak süren ama alışmış kudurmuştan beterdir misali sürekli bir yaşama biçimi.
Cumhuriyet, eşit yurttaşlık iddiasını getirse de, toplumsal pratikte bazı Osmanlı kodları biliniyor ki devam etti.
1980 Sonrası Neoliberal Dönüşüm ile Yanaşmalık gözümüzün önünde ekonomiye hepten bulaştı.
Alev Alatlı’nın ifadesiyle süregelen “paçozlaşmamızın” bir bölümü galiba bu oldu.
Yanaşma kültürünün panzehirinin, Liyakat ilkesi, Eşit yurttaşlık bilinci, Şeffaf kurumlar vb. olduğunun seslendirilmesi
elbette doğru ve kulağa hoş geliyor.
Ama bu da, ancak hiç değilse Bağımsız Entelektüel bir duruşla inandırıcı olabilse gerek…
Öyle değil mi arkadaşlar?
Sorun, alışkanlıkları “yanaşma kültürü” ya da “devletin müşterisi” olma hâlinde (clientelism) kalmış, lakin kendini çağdaş sanan kişilerle çözülemiyor.
Gel gör ki, ülkenin rüzgârı, bir yaprağı savururken bile sanki üç ayrı yöne dağıtıyor.
Biri gücün estiği tarafa sürüklenir,
biri köküne tutunur ve -hâlâ- utanır,
biri rüzgâra karşı durur.
Bu üç hâl, bir karakter sınavı.
Tarih kitaplarının kenarlarında, okunmamış notlar gibi duruyor eski yanaşanlar.
Onların adları dönemden döneme değişir.
Bir zamanlar divanlarda kaside okuyan şair, bugün ekranlarda, köşelerde parlatılmış cümlelerle aynı işi sürdürür.
Yerine başkası kapana kadar.
‘Gücün kapısında bekleyenlerin’
gölgesi uzun olurmuş.
Çünkü onlar onaydan, himayeden, kayrılmaktan, söylemeye dilim varmayan şundan/bundan hep alacaklıdır.
Oysa bir menfaat uğruna eğilen bel, zamanla doğrulmayı unuturmuş.
Belki de asıl en büyük kırılma, insanın içindeki çocuk susunca oluyor:
“Ben böyle olmak istememiştim” diyen o cümle yitirilince.
Ama ‘Utanmayı unutmamışlar’ da var.
Bir kenarda sessizce duran, bir kelime fazla söylense yüzü kızaracak gibi yaşayanlar.
Onlar, kalabalığın içindeki ince sızı gibi.
Bir şeye dahil olabilecekleri an gelir; onlara da bir kapı aralanır ama içlerindeki görünmeyen bir el, “dur” der, “kirlenme.”
İçlerinde sanki koparılmamış bir hat da vardır onların, vicdanın telinden çekilmiş, sessiz bir ahlâk hattı.
Onlar, dünyayı değiştiremez belki; ama o dünyanın içlerinde de kirlenmesine izin vermezler.
Ve bir gün, bütün yolların karanlıklaştığı bir kavşakta, nihayet birilerinin sesi yükselir:
Direnenler.
Mesela sökülmek istenen asırlık bir zeytin ağacına sımsıkı sarılmış bir kadın.
Yazdığı dilekçeyle hakkını tek başına arayan bir öğrenci.
Yalnızlığına rağmen doğru bildiğini söyleyen biri…
Onlar, ince bir yolun yolcusudur.
Bir kelimeyi doğru yerinden tutarlar. O kelimenin güzelliği dürüst oluşundan gelir.
Kimi zaman düşünüyorum:
Bu üç hâl bizde sanki aynı ruhun üç mevsimi gibi yaşanabiliyor.
Bir tren yolculuğunda siz Sebald okurken, o yazar çevresinden yitip gitmiş şehirlerin harabelerini anlatır ya, siz de pencerede akan ülke görüntülerine bakıp, isterseniz Oğuz Atay’ın bitiremediği bu ülkenin ruh haritasını düşünebilirsiniz.
Yurdun içinden geçerken, bazen eski bir yanaşmanın izi, bazen bir utancın buğusu, bazen de tek başına yaşlı bir ağaçta direnişin iradesi görünür gibi olur.
O sırada belki de aklınızdan geçen şudur:
Hangi kelime bizi ürkütüyor?
Güç mü, vicdan mı, Hakikât mı?
Bunun cevabını bir gün çocuklarımız, torunlarımız da bizden isteyebilir.
Kimin kapısına gittiğimizi mi anlatacağız, hangi kirden kaçtığımızı mı, yoksa nerede incindiğimizi ama yine de vazgeçmediğimizi mi…
Kimlerin, Behçet Necatigil şiirindeki “köşede duran ama kirlenmeyen” insan olmayı seçtiğini mi?
Bazen de ‘hakikât’ fısıltıyla sorar adam olmak isteyene: Sen kimdin?”
Ve o sorunun cevabı, kalan ömrümüzü şekillendirir.

