“Ya bizimlesin ya da bize karşısın.”
Bu cümleyi ilk kez 11 Eylül saldırılarının hemen ardından, Washington’da görevdeyken George W. Bush’un ağzından duyduğumda Beyaz Saray’ın önünde toplanmış gazeteciler, analistler ve diplomatlarla aynı soruyu tartışıyorduk: “Artık dünya yeniden ikiye mi bölünüyor?” O gün bu söz, teröre karşı küresel bir seferberliğin sloganı olarak yankılanıyordu. Ama aradan geçen çeyrek asırda fark ettim ki bu zihniyet ölmedi, sadece kılık değiştirdi.
Bugün Donald Trump, 2025 dünyasında aynı kalıpları yeniden gündeme taşıyor. Mesaj açık: “Bizim çizgimizde değilsen, seni yaptırım, dışlama, baskı bekliyor.” Üstelik bu artık yalnızca Washington’un dili değil; Moskova’da da, Pekin’de de, Brüksel’de de, hatta Tahran’da bile benzer cümleleri duyuyoruz.
Ve bu siyah-beyaz bakış açısı sadece devletler arası ilişkilerde değil, toplumların içine de sızmış durumda. “Bizden değilsen düşmansın” anlayışı, ülkeleri kutuplaştırıyor, kurumları zayıflatıyor, fikir çeşitliliğini bastırıyor. Oysa 21. yüzyılın karmaşık dünyasında bu kadar keskin ve dayatmacı bir bakış açısı hem uluslararası düzeni hem ulusal siyaseti çıkmaza sürükler.
Soğuk Savaş’tan Kalan Bir Hayalet
“Bizimle misin, karşımızda mısın?” sorusu belki Soğuk Savaş’ın iki kutuplu dünyasında anlamlıydı. NATO mu, Varşova Paktı mı? Doğu Bloku mu, Batı mı? Seçenekler sınırlıydı, hatlar netti.
Ama bugün tablo çok farklı. Güç merkezleri çoğaldı, dengeler değişti, ittifaklar sabit değil artık, şartlara göre şekil alıyor. ABD’li şirketler Çin’le milyarlarca dolarlık ticaret yapıyor. Körfez ülkeleri kendi aralarındaki rekabeti bir kenara bırakıp bölgesel diplomasiyi güçlendiriyor. İran, yaptırımlar ve iç sorunlar nedeniyle bölgesel enerji denklemindeki etkisini önemli ölçüde kaybetti. Avrupa ise Rus gazına olan bağımlılığını büyük ölçüde geride bırakarak LNG ithalatı ve Norveç, Azerbaycan gibi tedarikçilerle çeşitlendirme stratejisini derinleştirdi.
Yeni gerçeklik şu: rekabet ve iş birliği çoğu zaman yan yana yürüyor. Dost ile rakip aynı masada oturabiliyor.
Böylesi bir çağda “bizimle misin, karşı mısın” sorusu artık gerçekliği yansıtmıyor. Aksine, ülkeleri gereksiz cepheleşmelere sürüklüyor, diplomatik manevra alanlarını daraltıyor ve kriz çözme becerilerini köreltiyor.
İçeride de Aynı Hastalık
Aynı siyah-beyaz mantık içeride de işliyor. Farklı düşünenler “hain”, eleştirenler “düşman” ilan ediliyor. Siyaset “biz” ve “onlar” diye ikiye bölündüğünde uzlaşma kültürü yok olur, kurumlar zayıflar, reform yapma kapasitesi kaybolur.
Oysa güçlü demokrasiler “bizimle misin” diye sormaz. Onlar “birlikte neyi inşa edebiliriz?” diye sorar. Fikir ayrılığı düşmanlık değil, ilerlemenin motorudur. Bunu unuttuğumuzda hem içeride hem dışarıda kendi elimizle kendimizi zayıflatırız.
Türkiye İçin Doğru Yol: Akıllı Egemenlik
Peki Türkiye, ABD’nin ya da başka herhangi bir gücün “ya bizimlesin ya da bize karşısın” baskısına nasıl cevap vermeli?
Cevap ne romantik bir anti-Amerikancılıkta ne de otomatik bir itaattedir. Cevap, benim “akıllı egemenlik” dediğim yaklaşımda yatar. Yani:
•Uluslararası hukuk ve BM kararlarını esas almak,
•Yaptırımlarla çelişmeyen alanlarda herkesle iş birliği yapma hakkını korumak,
•Savunmada müttefiklik yükümlülüklerini yerine getirirken enerji, ticaret, teknoloji ve diplomasi gibi alanlarda çok eksenli politika izlemek,
•Dosya bazlı, sonuç odaklı ortaklıklar kurmak,
•Hiçbir güç merkezine tek taraflı bağımlı olmamak.
Yıllardır dünyanın farklı başkentlerinde bana hep aynı soru soruldu: “Hangi taraftasınız?”
Benim cevabım hep aynı oldu: “Biz kendi tarafımızdayız. Türkiye’nin tarafındayız. Küresel barış, refah ve istikrarın tarafındayız.”
Türkiye’nin dış politikası tek renkten ibaret olamaz. Washington’la savunmada iş birliği yaparken, Pekin’le teknolojide, Moskova’yla enerjide, Brüksel’le yeşil dönüşümde, Afrika’yla gıda güvenliğinde ortaklık kurabilmeliyiz. Ve tüm bunları uluslararası hukuka, BM Güvenlik Konseyi kararlarına ve kendi meşru çıkarlarımıza bağlı kalarak yapmalıyız.
Taraf Seçmek Değil, Oyunu Kurmak
Bugünün dünyası artık siyah ile beyaz arasında değil; gri tonların, kesişen çıkarların, geçici ittifakların dünyası. “Bizimle misin, karşı mısın?” sorusu bu yeni çağın karmaşıklığını anlamayanların sorusu.
Türkiye bu eski oyuna mahkûm değil. Tam tersine, çok kutuplu dünyada köprü kuran, farklı kamplarla konuşabilen, dosya bazlı çözümler üretebilen bir ülke olarak oyunu yeniden kurabilir. Gerçek güç taraf seçmekte değil, taraflar arasında denge kurmakta ve onları ortak paydalarda buluşturmaktadır. Türkiye’nin önündeki tarihî fırsat tam da budur.
Benim kanaatim net: Türkiye ne “her şeye evet” diyen edilgen bir müttefik olmalı ne de “her şeye hayır” diyen refleksif bir muhalif. Türkiye oyunun kurallarını değiştiren aktör olmalı.
Ve “ya bizimlesin ya da bize karşısın” çağrısına verilecek en doğru yanıt da şudur:
“Biz herkesle çalışırız. Ama önce Türkiye’nin, sonra insanlığın çıkarları doğrultusunda, kendi kurallarımızla.”